4 Kasım 2017 Cumartesi

Tarihin ilk romanı bizlere ne söyler?


Fırat nehrine bakan Gilgameş Şehri höyüğü
Gilgameş ismini ilk defa 1980'lerde çocukluğumun geçtiği Gaziantep'in Karkamış ilçesinde duymuştum. İlçenin ismi Karkamış olsa da yöre halkı tarafından Gargamış, Gılgamış şeklinde de söylenebiliyor.  İlçeye ismini veren Sümer kenti Gilgameş, Fırat nehri kıyısında kurulmuş. Şimdiki yerleşim ise resimde de görülen eski alandan 2-3 km daha kuzeyde bulunuyor. Fırat nehrine yüzmeye yada balık tutmaya gittiğimizde, kalıntılarını uzaktan görebildiğimiz bu şehir (höyük) o zaman askeri bölge ve mayınlı arazi içinde kalıyordu. Şimdilerde mayınların temizlendiğini ve kazıların yeniden başladığını bazen medyadan okuyorum.

O zamanlar okulda sıkıcı bir ders konusu olarak hatırladığım bu destanın sonradan beni bu kadar etkileyebileceğine olanak vermezdim.

Gilgameş Destanı MÖ. 2700'lere tarihlendiriliyor. MS.1800'lü yılların sonlarına doğru İngiliz arkeologları o zaman Osmanlı hakimiyetinde olan ve bugün Irak sınırları içinde kalan Ninova'da Asur Kralı Asurbanipal'in kütüphanesini keşfediyorlar. Buradaki kil tabletler İngiltere'ye taşınıyor ve uzun çalışmalardan sonra çivi yazılı bu tabletlerdeki dil çözülüyor.  Kil tabletlerde anlatılanların Gilgameş adındaki bir kahramana ait bir destan olduğu anlaşılıyor. Ancak tabletlerin kırılmış olmasından dolayı destanın bütününe ulaşmaları mümkün olmuyor. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda dahil destanın ancak %60 kadarı tamamlanabiliyor. Böyle olsa da hikayenin bütününü tahmin etmek mümkün olabiliyor.

Ben en son Muazzez İlmiye Çığ'ın da olmak üzere destanın bir kaç farklı versiyonunu okudum. İnsanın aklına doğal olarak "bunlar tabletlerde yazıyorsa neden farklı metinler mevcut?" sorusu gelebiliyor. Bunun da sebebinin, hem neredeyse destanın yarısının hala tamamlanamamış olması hem de şiir formatında olan ve çok tekrarlanan metnin okuyucuyu sıkmaması için yazarlar tarafından farklı metinler oluşturulması sanıyorum.

Gilgameş Destanı insanlık tarihinde yazılmış ilk roman, ilk metin. Destan MÖ. 2700'lerde geçiyor ve MÖ. 1800'ler de yazıya dökülene kadar bin yıl boyunca nesilden nesle aktarılıyor. Yazıyı Sümerler icat ettiği için destanda Sümerce tabi ki.  Sonrasında destan çoğaltılıyor ve diğer Sümer şehirlerine hatta diğer çevre memleketlere de dağıtılıyor. Değerli eserlerin çoğaltılıp dağıtılması Sümer'de bir adet. Hatta destan başka dillere de çevriliyor. Akad ve Hitit dillerine çevrildiği biliniyor.

Gilgameş gerçekten yaşamış bir insan. Mezopotamya'da Sümer şehirlerinden Uruk şehrinin kralı ve kendisi çok büyük bir kral. Destana göre kral son derece akıllı, bilgili, gezmiş, tozmuş, kuvvetli, şan şeref düşkünü ve aynı zamanda acımasız zorba biri. Babası kendinden önce kral olan ve tanrılaştırılan Lugalbanda ve annesi Tanrıça Ninsun. Bu yüzden onun üçte biri insan, üçte ikisi tanrıymış.

Destan bir efsaneye dayanıyor ve yazarı bilinmiyor. Hayatın anlamını sorguluyor. Hayatın anlamını sorgulamak yeni bir şey değil ve bir kere yapıldığında gelecek nesillere aktarılabilen bir şey olmadığı da anlaşılıyor. Destan, dostluğu, sevgiyi, şan ve şerefi, ayrılığı ve ölümün kabullenilişini anlatıyor.

Kral Gilgameş ve Enkidu
Kral Gılgameş'in tüm güzel yanlarının yanında aynı zamanda acımasız birisi olduğunu da söylemiştik. Uruk kenti surlarının yapılması için erkekleri o kadar çok çalıştırıyor ki erkekler günlerce evlerine gidemiyor, kadınlar kocalarına, çocuklar ise babalarına hasret kalıyor. Gilgameş kimsenin gözünün yaşına bakmıyor ve herkesi tükeninceye dek çalıştırıyor. Bu durumdan şikayetçi olan Uruk Halkı çareyi Gilgameş'i tanrılara şikayette buluyor. Zaten Gilgameş'e kızgın olan tanrılar da bu isteğe kayıtsız kalmıyor  ve yaratılış tanrıçası Araru, Gilgameşe'e karşı güçlü bir rakip olan Enkidu adında güçlü bir yabani adam yaratıyor. Enkidu ilk zamanlarda vahşi hayvanlarla doğal bir hayat yaşıyor, ancak yakınındaki bölgenin çobanlarını ve tuzakçılarını rahatsız etmeye başlıyor. Çoban ve tuzakçıların talebi üzerine Gilgameş Enkidu'yu medenileştirmek için tapınak fahişesi Şamşat'ı gönderiyor. Fahişe dediğime bakmayın, o zaman bu kadınlar kutsal tapınaklarda kalıyor, toplumun cinsel sağlığı için emek harcıyorlar ve saygı duyuluyorlar. Enkidu, Şamşat ile geçirdiği 6 gün ve yedi geceden sonra artık yalnızca hayvanlarla yaşayan bir vahşi canavar olmaktan çıkıyor. Görüldüğü üzere kadın burada insanı medenileştiren bir rol üstleniyor. Günümüzde de öyle değil midir ? Şamşat Enkidu'yu şehirde yaşamaya ikna ediyor ve sonrasında olaylar gelişiyor ve Enkidu ile Gilgameş dost oluyor. (Muazzez İlmiye Çığ'ın kitabında Enkidu'nun nasıl insanileştiği veya Gilgameş ile nasıl dost olduğu anlatılmıyor, bence büyük eksiklik)

Demiştik ya bu bir dostluk, kardeşlik hikayesi; Gilgameş ve can dostu Enkidu arasındaki delice dostluk. Aynı zamanda ayrılığın ve ölümün hikayesi... İkisinden birisi ölecek. Enkidu ölecek...

Tanrıça İştar evlenmek ister ve kendisine denk bir eş arar. Bu olsa olsa yarı tanrı ve kral olan Gilgameş olacaktır. Gilgameş'e evlenme teklif eder ancak Gilgameş bir takım bahaneler ileri sürerek İştar'ı geri çevirir. İştar buna çok kızar ve bunun acısını çıkaracağını söyler. İştar'ın Gilgameş'e en büyük acıyı yaşatabilmek amacıyla Enkidu'yu seçmesi ilginçtir ve Enkidu ile Gilgameş arasındaki dostluğun büyüklüğünü de gösterir. Sonrasında Enkidu hastalanır ve bir türlü iyileşmez. 6 gün 7 gece sonrasında Enkidu Gilgameş'in kucağında can verir. Gilgameş bundan sonra kendini asla toparlayamaz ve büyük bir umutsuzluğa düşer. Sevgi ve ölüm arasındaki çelişkiyi keşfeder. Ölümün gaddarlığı ve bizi dostlardan alıkoyduğu ve ayrılığın dayanılmazlığı, aynı sonun yok olmanın kendi başına da geleceğinin farkına varması ve çaresizlik. Ölümsüzlüğü bulması gerekecek. Yine yüzyıllardır söylene gelen bir efsane. Ölümsüzlük sahibi olduğu söylenen Utnapiştim isimli birinin olduğunu duyar şehrin yaşlı kadınlarından. Onu bulmak için uzun bir yolculuğa çıkar ve bulur. Ancak Utnapiştim ona ölümsüzlüğün sadece kendisine verildiğini ve yardım edemeyeceğini söyler. Geri dönüş yoluna geçmişken karısının ısrarına dayanamayan Utnapiştim biraz da acıyarak Gilgameş'e ölümsüzlük olmasa da gençlik otunu verir. Yani kadın yine yufka yürekli ve yine merhametli. Dedik ya beş bin yıl dahi geçmiş olsa insan aynı insan, kadın aynı kadın. Değişmemiş.
Gençlik otuna çok sevinen Gilgameş dönüş yolunda gençlik otunu bir yılana kaptırır. Bu nedenle yılanların deri değiştirmesini eski derisini atıp yenisini giymesini gençleşmek diye yorumlar bu coğrafya insanı. Bu otdan dolayıdır. ( Küçükken yılan derisi bulduğumuzda saçımıza yüzümüze sürdüğümüzü hatırlıyorum ve saçlarımızın daha güzel çıkacağına inanırdık. O zamanlardan gelen bir inanışmış demek ki !!)

Sonuçta Gilgameş ölümsüzlüğü bulamaz ve ölümün insanlık durumunun bir parçası olduğunu anlayarak geri döner. Destandaki karakterlerin psikolojileri bize o kadar yakındır ki insan sanki beş bin yıldır hiç değişmemiştir. Sonuçta hikayede ne bilgece sözler vardır ne de Gilgameş'in bundan sonra ne yapacağı, ne de dini bir teselli.
Hiç bir ahlaki ders vermez bize hikaye. Fikir şudur; insanlar ölümsüzlüğe dair durumları kabul etmelidir. Tamamiyle laik bir maneviyatçılık hakimdir hikayeye.


Gilgameş Destanı'ndan bir tablet

Uruk şehri bugünkü Irak sınırları içinde Basra Körfezine yakın bir şehirdi

Gilgameş şehrinde yapılan ilk kazılardan
**
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu’yu, insanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu’yu düşünmek, beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?” (Gılgamış Destanı 10. Tablet)
**


Devamını Oku »