16 Aralık 2017 Cumartesi

Kulağından gireni kalbinde taşıyan kişi makbul kişidir


Uzun süredir tarihi kurgu romanları okumayı bırakmıştım. Nedeni belki gerçek tarih ile kurguyu birbirinden ayıramayacağım endişesiydi, belki de kurguya ayırdığım zamanı gerçek tarihe harcamanın daha mantıklı olduğu düşüncesiydi. Tavsiye üzerine son zamanlarda tekrar okumaya başladığım bu tarz romanlardan olan İstanbul Hatırası (Ahmet Ümit), Fatih Sultan Mehmet (Reşad Ekrem Koçu), Efsane (İskender Pala) bendeki bu gerçek tarih okumam gerektiği takıntısını biraz olsun hafifletmem gerektiği kanısını oluşturdu. Ancak hala neyin gerçek neyin kurgu olduğunun iyi ayırt edilmesi gerektiği düşüncemi koruduğumu belirtmeliyim.

Bazı hikayeler hafızalarımızdan kolay kolay silinmiyorlar. Unutulmamalarını ise okuyanı ne kadar etkilediğine ve kişinin o zaman ki halet-i ruhiyesine yoruyorum ben. Bazen çok hoşunuza giden bir yazı bir müddet sonra anlamsız da gelebiliyor. Bu nedenle kitabı okurken insanın düşünce dünyası önemli bir etken olabiliyor. Yıllar önce okuduğum "Benim adım kırmızı" adlı kitaptaki "Kara" karakterini zaman zaman hatırlarım. Fatih'te soğuk ve yağmurlu günlerde sokaklarda yürürken Kara'nın da bu sokaklarda dolaştığı gelir hep aklıma.

Bu yazımda son okuduğum ve beğendiğimi söyleyebileceğim İskender Pala'nın Efsane isimli kitabını özetlemeye çalışacağım. Efsane de sürekli hatırladığım hikayeler arasında yer alacak mı bilemiyorum, zaman gösterecek bunu.

İskender Pala bir söyleşisinde okurlarının kendisinden üç şey beklediğini söylüyordu; doğru tarih, nefes nefese bir heyecan ve aşk. Bu romanında da tarihi bir kişiliği "Barbaros Hayrettin Paşa'yı" anlatırken efsanevi bir aşk hikayesini de beraberinde yazıyor. Yazarın denizcilik geçmişi olduğu için de kitapta bayağı bir denizcilik terimi mevcut. Yabancısı olanlar için biraz yorucu olabiliyor. Kitabın sonunda bu kelimelerin anlamlarının verildiği "Gemici Dili" başlıklı bir kısım ve bölgenin haritası dahi mevcut.

İlk etapta kurgular, isimler, yerler, terimler, olaylar karışık gelse de (ben bir kaç kez geriye dönüp bazı yerleri tekrar okumak zorunda kaldım) bir müddet sonra her şey daha bir anlaşılır oluyor ve zevkle okunuyor.




İskender Pala'nın kitabı yazarken Barbaros'un anılarını yazdığı "Gazavat-ı Hayreddin Paşa" adıyla bilinen hatıratından faydalandığı çok açık. Hatırat, Barbaros Hayreddin Paşa'nın levendlerinden Seyyid Muradi tarafından kaleme alınmış. İlginçtir, Efsane'de Seyyid Murad (Sidi Alkala) ağzından anlatılıyor. Sadece buradan dahi Barbaros'un hatıratı ile Efsane arasında bir ilişki kurulabilir. Efsane'de adı geçen Seyyid Murad, kimliğini saklayan bir mücedden olarak geçiyor. İşte burada insan merak ediyor, gerçekte de hatıratı kaleme alan levent mücedden miydi acaba diye? Bunu doğrulayabilmenin tek yolu belki de Barbaros'un hatıratını okumak sanıyorum.

Romanda ana hatlarıyla iki konu mevcut ve olaylar bunların etrafında dönüyor. Birincisi Barbaros'un hayatı diğeri ise -ki bu tamamen kurgu olan kısımdır- İspanya'da başlayan ve Sidi Alkala (Seyyid Muradi) ile Beatrix (Billure) arasında geçen aşk hikayesi. Bu iki konu anlatılırken beraberinde Akdeniz'i, Osmanlı'nın politikalarını, Avrupa'nın durumunu, Kuzey Afrika Limanları'nı, deniz
savaşlarını, forsaları, tutsakları, esir ticaretlerini, Endülüs'ü de okuyorsunuz. Özellikle reconquista döneminde İber Yarımadası'ndaki müslümanları yok etme politikası Sidi Alkala ve Beatrix'in kaçarken saklandıkları hisarda daha önce katliama uğrayan insanların hikayesiyle birlikte ete kemiğe bürünüyor.

Barbaros'un hikayesi, babası Yeniçeri Çorbacıbaşısı Yakup Ağa'nın Midilli'nin fethi sonrası buraya yerleşmesiyle başlıyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından buraya yerleştirilen Yakup Ağa güzellikle en müstesna bir Rum kızıyla evleniyor ve 4 erkek çocukları oluyor; İshak, oruç, Hızır, İlyas. Çocuklar siyah rengi gözlerini babalarından, kızıl rengi saç ve sakallarının rengini ise annelerinden alıyorlar. Kızıl rengindeki sakallarından dolayı kızıl sakal lakabı zamanla tüm Avrupa'da tanındıkça Barbarossa'ya (Barba;kızıl, rossa;sakal) dönüyor.

Babaları her ne kadar çocuklarını denizlerden uzak tutmaya çalışsa da bunda başarılı olamıyor. Yakup Ağa çocuklarını denizlerden uzak tutabilmek için birer meslek sahibi olmalarını istiyor. Hatta İshak marangoz çıraklığından sonra kendi dükkanı açıyor, Hızır'ın çömlekçi, İlyas'ın ise hafızlıktan sonra imam olması gerekiyor. Babasının sözünü dinlemeyen, sürekli tepkisini çekecek işler içinde olan 2. oğul Oruç'un ise bir gün denize bir barça indirdiği ve ticarete başladığı haberi tüm adaya yayılıyor. Babasının tüm karşı çıkmalarına rağmen bir yıl dahi geçmeden parmakla gösterilen bir reis olup çıkıyor. Akdeniz'in adalarını avucunun için gibi biliyor. Onun eve geldiği günler diğer kardeşler için bulunmaz anlara dönüşüyor, getirdiği hediyelerin heyecanına anlattığı hikayelerin heyecanı karışıyor. Hatta babasından gizlice dolunayda kardeşlerini barçalarına bindirerek dolaştırıyor.

Ahmet Rasim'in Resimli ve Haritalı Osmanlı 
Tarihi'nden. Barça
İşte böyle gecelerden birinde küçük kardeşi Hızır'ı barçasında gezdirirken o zamana kadar hiç duymadığı bir hikaye anlatıyor ağası Hızır'a. Deniz tanrısı Poseidon'un oğlu Tesos'un hikayesini anlatıyor. Tesos, 26 yaşındayken babasına ait Egesos denizine hakim oluyor, cengaverliğiyle tüm Akdeniz'e nam salıyor ve Girit'i mekan tutuyor. O sırada Oruç ağasının da 26 yaşında olduğunu fark eden Hızır, ağasının Akdeniz'de adalarda limanları dolaşarak sadece ticaret yapmakla uğraşmadığını aynı zamanda gittiği her yerde kahramanlık hikayelerini de alıp sattığını hissediyor. Bütün gece Girit'te o hikayenin içinde olmayı hayal ediyor. Kendisinin gözünde ağasını artık Tesos olarak görüyor ve geleceğini Akdeniz'in dalgaları arasında buluyor.

Barbaros'un hatıratında anlattığı üzere Pala'da romanının girişinde Barbaros'un babasından, kardeşlerinden bahsediyor. Bu kısımlar, etkileyici ifadelerle tezyin edilmiş kısımlarını saymaz isek hatırat ile birebir örtüşüyor. Ancak Tesos'un hikayesi bütünüyle yazarın hayal gücüyle alakalı ve Barbaros'un denizci olmasıyla ilgili olarak yaşanılmış olması muhtemel bir neden gibi görünüyor.

Romanın diğer tarafı ise İspanya'da Kral Fernando'nun Malaga'daki yazlık sarayında başlayan bir aşk hikayesinden oluşuyor. Bu büyük aşk hikayesinin kahramanlarından biri olan mücedden*  Sidi Alkala (Seyyid Muradi) diğeri ise hıristiyan korsanlar tarafından köyleri basılarak babası öldürülüp anası ile birlikte esir edilerek İspanya'ya kaçırılıp satılan Beatrix (Billure).

Billure İspanya'ya getirildiğinde henüz 8 yaşındadır ve kralın kızlarına hizmet için Tuleytula'daki saraya satın alınır. Sonrasında da 12 yaşında Malaga'ya Kral Fernando'nun sarayına yetiştirilmek üzere getirilir. Beatrix buradaki okulda Sidi Alkala ile tanışır. Sidi Alkala ile tanıştığında Beatrix 13, Alkala ise 15 yaşındadır. Sidi Alkala 5 dil biliyor, harita okuyup çizebiliyor, usturlab kullanabiliyordu. Beatrix ile Alkala bir anlaşma yaparlar. Beatrix Alkala’ya Türkçe öğretecek, Alkala ise ona arapça ve almanca ile birlikte harita okumayı öğretecektir.

Beatrix 15 yaşına geldiğinde Fernando’nun sarayına bakire bir kız isterler. Yapılacak sorguda geçmişinin ortaya çıkacağı ve sonucun ölüm olacağını bildiklerinden dolayı Alkala ve başpapaz Beatrix’in kaçmasına yardım ederler. Alkala Beatrix’i bir köye götürür ve ona bir gemi bulmaya çalışır.Fakat bu sırada köle yapanlar Beatrix’i kaçırırlar. Beatrix nereye gideceğini bilmeden başka kızlar ile birlikte bir gemiye doldurulur.

Alkala her yerde Beatrix’i arar fakat bulamaz. Ve böylece yıllarca sürecek bir arayış başlar. Sidi Alkala bu arayışlar sırasında kendisi de korsanlara köle olarak düşer ve sonrada forsa olarak bulunduğu gemilerin Türkler tarafında ele geçirmesiyle Barbaros'la yolları kesişir. Bildiği diller, harita okuma ve usturlab kullanma becerisi sayesinde Barbaros'un en güvendiği adamı olur gemilerinde seferlere çıkarlar. Ancak Sidi Alkala'nın Beatrix'i arama serüveni hiç bitmez.

Kitapta eski zamanın birbirine kavuşamayan amansız aşklarının hikayesini, üç altın heykelin neler söylediğini, ısırık alınmış üç elmayı ve gül dolu sepetin sırlarını, Sidi Alkla'nın kendine verdiği ve Barbaros'tan dahi sakladığı sırrını, Beatrix'in çok sevdiği halde neden Alkala'yı geri çevirdiğini okuyup çözüyorsunuz.

Hızır'ın nasıl Barbaros Hayrettin Paşa'ya döndüğünü, Beşiktaş isminin nereden geldiğini, Barbaros'un sancağının nasıl oluştuğunu ve Süleyman Mührü'nün anlamını, Barbaros'un vasiyetnamesini, ölümünden sonra yaşanan olağan dışı olayları ve daha birçok ayrıntıyı yine bu kitapta bulabilirsiniz.
İskender Pala'nın bir söyleşisinde Barbaros'un türbesinin tavan süslemeleri ile ilgili anlattıklarını dinlemiştim ve çok hoşuma gitmişti. Bulup o güzel anlatımıyla kendisinden dinlemenizi tavsiye ederim.

Barbaros Hayrettin Paşa'nın sancağı ve alt ortada
Süleyman Mührü


* İspanyollar tarafından geri alınan Endülüs şehirlerinde bir süre daha yaşayan müslümanlar
Devamını Oku »

4 Kasım 2017 Cumartesi

Tarihin ilk romanı bizlere ne söyler?


Fırat nehrine bakan Gilgameş Şehri höyüğü
Gilgameş ismini ilk defa 1980'lerde çocukluğumun geçtiği Gaziantep'in Karkamış ilçesinde duymuştum. İlçenin ismi Karkamış olsa da yöre halkı tarafından Gargamış, Gılgamış şeklinde de söylenebiliyor.  İlçeye ismini veren Sümer kenti Gilgameş, Fırat nehri kıyısında kurulmuş. Şimdiki yerleşim ise resimde de görülen eski alandan 2-3 km daha kuzeyde bulunuyor. Fırat nehrine yüzmeye yada balık tutmaya gittiğimizde, kalıntılarını uzaktan görebildiğimiz bu şehir (höyük) o zaman askeri bölge ve mayınlı arazi içinde kalıyordu. Şimdilerde mayınların temizlendiğini ve kazıların yeniden başladığını bazen medyadan okuyorum.

O zamanlar okulda sıkıcı bir ders konusu olarak hatırladığım bu destanın sonradan beni bu kadar etkileyebileceğine olanak vermezdim.

Gilgameş Destanı MÖ. 2700'lere tarihlendiriliyor. MS.1800'lü yılların sonlarına doğru İngiliz arkeologları o zaman Osmanlı hakimiyetinde olan ve bugün Irak sınırları içinde kalan Ninova'da Asur Kralı Asurbanipal'in kütüphanesini keşfediyorlar. Buradaki kil tabletler İngiltere'ye taşınıyor ve uzun çalışmalardan sonra çivi yazılı bu tabletlerdeki dil çözülüyor.  Kil tabletlerde anlatılanların Gilgameş adındaki bir kahramana ait bir destan olduğu anlaşılıyor. Ancak tabletlerin kırılmış olmasından dolayı destanın bütününe ulaşmaları mümkün olmuyor. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda dahil destanın ancak %60 kadarı tamamlanabiliyor. Böyle olsa da hikayenin bütününü tahmin etmek mümkün olabiliyor.

Ben en son Muazzez İlmiye Çığ'ın da olmak üzere destanın bir kaç farklı versiyonunu okudum. İnsanın aklına doğal olarak "bunlar tabletlerde yazıyorsa neden farklı metinler mevcut?" sorusu gelebiliyor. Bunun da sebebinin, hem neredeyse destanın yarısının hala tamamlanamamış olması hem de şiir formatında olan ve çok tekrarlanan metnin okuyucuyu sıkmaması için yazarlar tarafından farklı metinler oluşturulması sanıyorum.

Gilgameş Destanı insanlık tarihinde yazılmış ilk roman, ilk metin. Destan MÖ. 2700'lerde geçiyor ve MÖ. 1800'ler de yazıya dökülene kadar bin yıl boyunca nesilden nesle aktarılıyor. Yazıyı Sümerler icat ettiği için destanda Sümerce tabi ki.  Sonrasında destan çoğaltılıyor ve diğer Sümer şehirlerine hatta diğer çevre memleketlere de dağıtılıyor. Değerli eserlerin çoğaltılıp dağıtılması Sümer'de bir adet. Hatta destan başka dillere de çevriliyor. Akad ve Hitit dillerine çevrildiği biliniyor.

Gilgameş gerçekten yaşamış bir insan. Mezopotamya'da Sümer şehirlerinden Uruk şehrinin kralı ve kendisi çok büyük bir kral. Destana göre kral son derece akıllı, bilgili, gezmiş, tozmuş, kuvvetli, şan şeref düşkünü ve aynı zamanda acımasız zorba biri. Babası kendinden önce kral olan ve tanrılaştırılan Lugalbanda ve annesi Tanrıça Ninsun. Bu yüzden onun üçte biri insan, üçte ikisi tanrıymış.

Destan bir efsaneye dayanıyor ve yazarı bilinmiyor. Hayatın anlamını sorguluyor. Hayatın anlamını sorgulamak yeni bir şey değil ve bir kere yapıldığında gelecek nesillere aktarılabilen bir şey olmadığı da anlaşılıyor. Destan, dostluğu, sevgiyi, şan ve şerefi, ayrılığı ve ölümün kabullenilişini anlatıyor.

Kral Gilgameş ve Enkidu
Kral Gılgameş'in tüm güzel yanlarının yanında aynı zamanda acımasız birisi olduğunu da söylemiştik. Uruk kenti surlarının yapılması için erkekleri o kadar çok çalıştırıyor ki erkekler günlerce evlerine gidemiyor, kadınlar kocalarına, çocuklar ise babalarına hasret kalıyor. Gilgameş kimsenin gözünün yaşına bakmıyor ve herkesi tükeninceye dek çalıştırıyor. Bu durumdan şikayetçi olan Uruk Halkı çareyi Gilgameş'i tanrılara şikayette buluyor. Zaten Gilgameş'e kızgın olan tanrılar da bu isteğe kayıtsız kalmıyor  ve yaratılış tanrıçası Araru, Gilgameşe'e karşı güçlü bir rakip olan Enkidu adında güçlü bir yabani adam yaratıyor. Enkidu ilk zamanlarda vahşi hayvanlarla doğal bir hayat yaşıyor, ancak yakınındaki bölgenin çobanlarını ve tuzakçılarını rahatsız etmeye başlıyor. Çoban ve tuzakçıların talebi üzerine Gilgameş Enkidu'yu medenileştirmek için tapınak fahişesi Şamşat'ı gönderiyor. Fahişe dediğime bakmayın, o zaman bu kadınlar kutsal tapınaklarda kalıyor, toplumun cinsel sağlığı için emek harcıyorlar ve saygı duyuluyorlar. Enkidu, Şamşat ile geçirdiği 6 gün ve yedi geceden sonra artık yalnızca hayvanlarla yaşayan bir vahşi canavar olmaktan çıkıyor. Görüldüğü üzere kadın burada insanı medenileştiren bir rol üstleniyor. Günümüzde de öyle değil midir ? Şamşat Enkidu'yu şehirde yaşamaya ikna ediyor ve sonrasında olaylar gelişiyor ve Enkidu ile Gilgameş dost oluyor. (Muazzez İlmiye Çığ'ın kitabında Enkidu'nun nasıl insanileştiği veya Gilgameş ile nasıl dost olduğu anlatılmıyor, bence büyük eksiklik)

Demiştik ya bu bir dostluk, kardeşlik hikayesi; Gilgameş ve can dostu Enkidu arasındaki delice dostluk. Aynı zamanda ayrılığın ve ölümün hikayesi... İkisinden birisi ölecek. Enkidu ölecek...

Tanrıça İştar evlenmek ister ve kendisine denk bir eş arar. Bu olsa olsa yarı tanrı ve kral olan Gilgameş olacaktır. Gilgameş'e evlenme teklif eder ancak Gilgameş bir takım bahaneler ileri sürerek İştar'ı geri çevirir. İştar buna çok kızar ve bunun acısını çıkaracağını söyler. İştar'ın Gilgameş'e en büyük acıyı yaşatabilmek amacıyla Enkidu'yu seçmesi ilginçtir ve Enkidu ile Gilgameş arasındaki dostluğun büyüklüğünü de gösterir. Sonrasında Enkidu hastalanır ve bir türlü iyileşmez. 6 gün 7 gece sonrasında Enkidu Gilgameş'in kucağında can verir. Gilgameş bundan sonra kendini asla toparlayamaz ve büyük bir umutsuzluğa düşer. Sevgi ve ölüm arasındaki çelişkiyi keşfeder. Ölümün gaddarlığı ve bizi dostlardan alıkoyduğu ve ayrılığın dayanılmazlığı, aynı sonun yok olmanın kendi başına da geleceğinin farkına varması ve çaresizlik. Ölümsüzlüğü bulması gerekecek. Yine yüzyıllardır söylene gelen bir efsane. Ölümsüzlük sahibi olduğu söylenen Utnapiştim isimli birinin olduğunu duyar şehrin yaşlı kadınlarından. Onu bulmak için uzun bir yolculuğa çıkar ve bulur. Ancak Utnapiştim ona ölümsüzlüğün sadece kendisine verildiğini ve yardım edemeyeceğini söyler. Geri dönüş yoluna geçmişken karısının ısrarına dayanamayan Utnapiştim biraz da acıyarak Gilgameş'e ölümsüzlük olmasa da gençlik otunu verir. Yani kadın yine yufka yürekli ve yine merhametli. Dedik ya beş bin yıl dahi geçmiş olsa insan aynı insan, kadın aynı kadın. Değişmemiş.
Gençlik otuna çok sevinen Gilgameş dönüş yolunda gençlik otunu bir yılana kaptırır. Bu nedenle yılanların deri değiştirmesini eski derisini atıp yenisini giymesini gençleşmek diye yorumlar bu coğrafya insanı. Bu otdan dolayıdır. ( Küçükken yılan derisi bulduğumuzda saçımıza yüzümüze sürdüğümüzü hatırlıyorum ve saçlarımızın daha güzel çıkacağına inanırdık. O zamanlardan gelen bir inanışmış demek ki !!)

Sonuçta Gilgameş ölümsüzlüğü bulamaz ve ölümün insanlık durumunun bir parçası olduğunu anlayarak geri döner. Destandaki karakterlerin psikolojileri bize o kadar yakındır ki insan sanki beş bin yıldır hiç değişmemiştir. Sonuçta hikayede ne bilgece sözler vardır ne de Gilgameş'in bundan sonra ne yapacağı, ne de dini bir teselli.
Hiç bir ahlaki ders vermez bize hikaye. Fikir şudur; insanlar ölümsüzlüğe dair durumları kabul etmelidir. Tamamiyle laik bir maneviyatçılık hakimdir hikayeye.


Gilgameş Destanı'ndan bir tablet

Uruk şehri bugünkü Irak sınırları içinde Basra Körfezine yakın bir şehirdi

Gilgameş şehrinde yapılan ilk kazılardan
**
Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu’yu, insanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu’yu düşünmek, beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım?” (Gılgamış Destanı 10. Tablet)
**


Devamını Oku »

5 Ekim 2017 Perşembe

Bir gravürün söyledikleri...


Kentleri anlamanın bir yolu da haritalardır. Haritalar içinde bulunduğumuz coğrafyayı anlamak için gereklidir ve yüzyıllar öncesinden geçmişi günümüze taşırlar. Bazen o kadar etkileyicidirler ki tıpkı kentin sokaklarında dolaşıyormuşcasına haritanın ayrıntılarında kaybolursunuz yahud oralarda gizli kalmış hayret verici ayrıntılarla karşılaşırsınız.
Belki de dünyanın hiç bir kenti seyyahlar veya haritacılar için İstanbul kadar ilgi çekici olmamıştır. Onlarca seyyah, haritacı, mühendis 15. yüzyıldan itibaren şehrin yüzlerce gravürünü haritasını çıkarmışlardır.
Konstantinopolis'i anlatan harita veya gravürlerden bahsetmeye Boundelmonte ile başlamak gerekir.
Boundelmonte ile Hartman Schedel'in perspektif planları Konstantinopolis'in en erken tarihli görünümlü olmalarının yanısıra kentin Latin işgali sonrası ve Türkler tarafından fethedilmesinin hemen öncesini yansıtan önemli belgelerdir. Çeşitli kaynaklarda, bu haritaların hayali görünümler içerdiğine dair yorumlara rastlanır.
Buondelmonte tarafından çizilen harita, Konstantinopolis için önemli bir belgedir. Çünkü Buondelmonte, "çok talihsiz bir kent" olarak tanımladığı Konstantinopolis'e gelip gördüklerini çizmiş olduğu için birincil kaynak sıfatını taşır. Boundelmonte dışında, çeşitli nedenlerle Konstantinopolis'e gelenler arasında Rosaccino, Dapper, Deshayes, Pococke, Porcacchi, banduri, kauffer de bulunmaktadır. Hartman Schedel'in görünümü, toplama bilgilerle çizilmiş bir örnek olmasına karşın aynı dönemlerde kente gelen gezginlerin yapmış oldukları tanımlamalarla paralellik gösterir. Bu bakımdan bu haritaların ve benzerlerinin kentin genel görünümünü yansıtıyor olma özellikleriyle değerlendirilmeleri gerekir. Anıtsal yapılar dışında kalan sıradan yapılaşmaların genel bir ifade olması beklenir ki Panvinio çiziminde olan ve Hipodrom içinde gösterilen yapılaşmalar buna örnek verilebilir. Ayrıca dönemin teknik olanakları göz önünde tutulmalıdır. Özellikle belli bir açıyla kuş bakışı çizimlerin teknik anlamda gerçekten o dönemde gerçekleştirilme şansı bulunmuyordu. Her ne şekilde olursa olsun, genel anlamda kente dair bir bilgi vermektedirler. Yıkıcı ve yağmalayıcı Latin İşgali sonrasında kentin kendini bir türlü toparlayamamış olması bu görüntülerden anlaşılmaktadır.



Buondelmonte Konstantinopolis gravürü


Ancak benim bu yazıda bahsetmek istediğim, tüm bu harita ve gravürler içinde en çok beğendiğim Onofrio Panvinio'ya (1529-1568) ait bir gravürdür.
1529 yılında İtalya’nın Verona kentinde doğan tarihçi ve antika meraklısı İtalyan Onofrio Panvinio, 16.yy İstanbul’unun hipodrom bölgesini gösteren gravürü ile şehrin aynı bölgesinin günümüz ile kıyaslanabilmesi açısından önemli bir çalışmayı ortaya koymuş.

Onofrio Panvinio Gravürü. Hipodrom ve çevresi (1491)

Panvinio, "De ludis circensibus" isimli kitabında bu gravürü yayınlıyor. Kitap latince yazılmış ve bırakın Türkçe'sini İngilizce çevirisini bile bulamadım malesef. Halbuki şehir hakkında ana kaynaklar olan bu kitaplar neden Türkçe'ye çevrilmez onuda hiç anlamam. Bu durum kentin tarihine ne kadar önem verildiğinin de bir göstergesi bence. Bu konuda söylenebilecek çok şey var aslında! Mesela neden Roma başkenti olmuş bu şehirde da bir roma müzesi yoktur ? Veya şehrin kurucusu, bir heykelinin şehrin ana güzergahlarından veya meydanlarından birinde olmasını hak etmiyor mu? Birer yıkıntı ve çöplük haline gelmiş surlar neden adam gibi bir restorasyona alınmaz? Geçmişte var olmuş ve halen varlığını sürdüren meydanlar veya en azından bir kısmı aslını hatırlatabilecek şekilde düzenlenemez mi?.... Şehirde yaşayanlar dahil olmak üzere yönetenleri de düşündükçe imkansız gibi geliyor bana.

Konumuza dönecek olursak; Panvinio kitabını latince yazmış, google çevirinin yardımıyla kitap isminin "spor arenaları" olduğunu anlıyorum. Zaten kitapta antik çağın hipodromları mevcut hep. Bu nedenle olacaktır ki Panvinio'nun özellikle Konstantinopol hipodromunu ve çevresini resmettiği anlaşılıyor.






Panvinio, gravürünü diğer çizimlerinde olduğu gibi yukarıdan ve sanki Üsküdar tarafından bakıyormuşcasına çizmiş. Gravürde ana hatlarıyla hipodrom ve çevresi ile Mese Yolu resmedilmiş. Bazı kaynaklarda gravürün, Panvinio tarafından İstanbul'un Türkler tarafından alınmasından hemen öncesine ait bir 15.yy çizimine dayanılarak yapıldığı söyleniyor. Ancak net bir tarih verilmiyor.
Net bir tarih çıkarılmasada benim anlayabildiğim kadarıyla çizim 1491 yılından sonra yapılmış. Aşağıda solda hipodromun yerleşimi ve mese yolu görülebilir. Gravürde, Hipodromun araba çıkışları olan carceras (2) ve mese yolu arasında bir takım yapılaşmalar görülebilir. Şu an bu bölgede geçmişten gelen sadece bir yapı mevcuttur oda Firuzağa Camisi'dir (1). Panvinio çiziminde carcerasın biraz yukarısında da olsa tek şerefeli, tek minareli ve 3 revaklı bir cami net olarak görülebiliyor. Bölgede bu tanımlamaya uygun sadece Firuzağa Cami mevcut. Ancak Firuzağa Cami ile büyük benzerlikler gösteren bu yapının Panvinio çizimine göre arka plandan gözükmesi gerekirken ön yüzü resmedilmiş. İlk başta şaşırtıcı gelse de buradaki amaç cephedeki mimariyi vermek büyük olasılıkla. Bu o zamanlar uygulanan bir yöntem olsa gerek. Çünkü aynı çizim şekline Matrakçı Nasuh'un İstanbul minyatüründe de rastlanır. Matrakçı bu minyatüründe İbrahim Paşa sarayına arkadan baktığı halde mimarisini gösterebilmek maksadıyla ön yüzü çizmiştir.





Buradan çıkarabileceğimiz sonuç çizimin yapıldığı sırada Firuzağa Camisi'nin (1) var olduğu ve 1491 yılı sonrasında çizilmiş olması gerektiğidir.


1-Firuzağa Cami, 2-Carceras, 3-Obeliks, 4-?, 5-Örme Sütun, 6-Nea Ekklesia Kilisesi, 7-Iustinianos Anıtı, 8-Sphendon

İki kanat duvarı yıkılmış olan yapının "caerceras"(2) kısmı gravürde ayakta olmakla birlikte bugün bu kısımdan eser yoktur. Gravürde,bugün gördüğümüzden çok daha fazla sayıda anıt, hipodromun ortasında yükselmekte ancak anıtların üzerinde yükseldiği "spina" duvarı görülmemektedir. Bu da zeminin o günlerde dahi bir miktar dolduğunu göstermektedir. Bugün meydandaki orjinal zemin yaklaşık 3 metre daha aşağıdadır.


Reconsruction of spina by Jonathan Bardill

Spina üzerinde günümüze ulaşan 3 adet anıt olmasına rağmen hipodromun spinası üzerinde irili ufaklı çok sayıda anıtın var olduğu biliniyor. Bu anıtlardan günümüze ulaşan Dikilitaş (1), Örme Sütun gravür üzerinde çok net ayırt edilebilse dahi yılanlı sütunu görmek mümkün değil. Diğerlerine göre boyut olarak küçük olmasından kaynaklı Panvinio bu ayrıntıyı vermemiş olabilir. Fetihten sonra 1584'te yazıldığı tahmin edilen Hünername adlı eserdeki minyatürlerde yılanlı sütunun 3 kafasınında yerinde sağlam vaziyette durduğu görülebiliyor. Yine bu eserde Fatih Sultan Mehmed'in fetihten sonra kargısıyla yılanlardan birinin çenesini kırdığı belirtiliyor. Aynı eserde, Ayasofya patriğinin padişaha ''sütunun şehri yılanlardan, haşarelerden ve belalardan'' koruduğunu söyledikten sonra, padişahın yılanlı sütunu yıktırmaktan vazgeçtiği anlatılıyor.

Minyatürde Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra kargısını yılanlardan birine fırlatıyor.

1848'de şans eseri Ayasofya çevresinde bulunan ve günümüzde Arkeoloji Müzesinde
sergilenen kayıp yılan başlarından birinin üst çenesi


1520 tarihli bir başka gravürde ise (ilk yapılış tarihi1480-1490 yılları olmalıdır) ise Vavassore, yine sphendone kısmı ayakta durur şekilde hipodromun iki kanadını yıkık göstermektedir.
Vavassore çizimlerin bir nevi yeniden elden geçirilerek oluşturulmuş Hartman Sechdel kroniğinde (1490) yer alan bir gravürde de deniz tarafından bakılan kentin sol tarafında yarım daire biçiminde sıralanmış sütunlarıyla sphendone ve merkezindeki iki anıt gösterilmiştir. Bu gravürde bir diğer önemli anıt da at üzerinde bulunan Iustinianos heykelidir. Panvinio gravüründe 7 numara ile işaretlediğim anıt bu olmalıdır. Yalnız burada bir fark vardır. Panvinio gravüründe anıt üzerinde at
üzerindeki Iustinianos görülmemektedir. Vavassore den Panvinio ya kadar geçen süre içinde yıkılmış olmalıdır.
Hartman Sechdel kroniğinden

1-Ayasofya, 2-Iustinianos anıtı, 3-Zeukszippos hamamı, 4-Dikilitaş Obeliks, 5-Örme sütun,
6-Sphendon, 7-Nea Egglesia(Güngörmez klisesi)


Bölge ile ilgili çok fazla detay barındırsa da bu gravür aslında Güngörmez yani Nea Egglesia Kilisesinin 1489 yılındaki bir fırtınada yıldırım düşmesi sonucu infilak etmesini konu alır.

Panvinio gravüründe en çok merakımı uyandıran yapılardan biriside 6 numaralı kilise formundaki yapıydı. Bu lokasyon hemen büyük sarayın (şimdi Sultan Ahmet Cami) arkasına doğru düşen bir bölge ve günümüzde bu civarda böyle bir yapı bulunmuyor. Benim izlenimim Türklerin fetih sonrasında Bizans'tan kalan ibadet yerlerini yıkmadığı (bildiğim bir örnek Havairiun Kilisesi dışında) ancak başka amaçlar için kullandıkları (cami, depo gibi) yönünde. Bu nedenle yapının günümüze ulaşmayışı ilginç geldi. Zaten hikayesi de ilginçmiş. Belki de isminden de (güngörmez) bir yaklaşım çıkarılabilir.



Bu yapıyı aynı zamanda 1520 tarihli Vavassore gravüründe de görmek mümkün. Zar zor okunsada sanatçı gravür üzerie "S. Luca Evangelista" notunu düşmüş
Fethin hemen arkasından Güngörmez Kilisesi İstanbul'un Atmeydanı civarındaki ilk baruthanesi olarak kullanılıyormuş. 1489-90 yılında çok şiddetli bir kasırgadan sonra yağan yağmur sırasında düşen yıldırımlardan biri Güngörmez Kilisesi’ne isabet etmiş ve çıkan yangın sonunda bina patladığı gibi pek çok insan ölmüş, çevredeki dört mahalle harabe haline gelmiş. Bu tayfun Batı’da da duyulmuş ve Hartmann Schedel’in kaleme aldığı Dünya Tarihi’nde yayımlanmış.


Yine Panvinio gravürüne dönersek 8 numara ile işaretlediğim bölüm hipodromun sphendon kısmıdır.

Spehendon 2017

Hipodromun inşası sırasında alanın güneybatı bölümü, bu noktada oldukça eğimli bir araziye sahipti ve araziyi düzeltmek üzere her biri ayrı ayrı tonozlarla örtülü 25 adet hücreden oluşan büyük bir altyapı kullanılmış. Hipodromun güney ucunu oluşturan bu yükseltilmiş bölümüne "Sphendon" adı veriliyor. 19. yüzyılda Sphendonun üstüne şimdi "Endüstri Meslek Lisesi" olan okul yapılmış (soldaki resim). Diğer tarafta ise daha eskiden bir hamam ve bir haddehane de inşa edilmiş.

Panvinio nun gravüründe (8 ) sphendon üzerinde sütunların bir çoğunun hala ayakta olduğu görülüyor . Vavassore gravüründe de var olduğu görülen bu sütunların başka kaynaklarda da varlığını görmek mümkündür. Yukarıda bahsettiğim gibi şehre gelen seyyahlardan biriside Pieter Coecke van Aelst dir. Seyyah, şehre 1533'te gelir ve aşağıdaki gravürde dahil olmak üzere 7 adet çizim yapar. Bu gravürlerin birisinde de Kanuni Sultan Süleyman'ın bir geçit töreni resmedilmiştir. Sağ üst köşede Spehendon üzüerindeki sütunlar görülebilmektedir.. Hemen yanında ise yerinde duran 3 yılan başıyla yılanlı sütun görülüyor.

 Pieter Coecke van Aelst gravürü 1533


16. yüzyılda kenti gezmeye gelen diğer bir seyyah olan Petrus Gyllius 1544-47 yılları arasında gördüklerini 1561 yılında kaleme aldığı kitabında son derece detaylı olarak çizmiş ve kentin yapıları hakkında bilgiler vermiş. Sphendon'un akıbeti hakkında bir şeyler çıkarabilmek mümkün buradan.

***
Petrus Gyllius'un anlattıkları;
"Hipodromun ortasında, diklitaşların sırasında yedi sütun daha yer alır. Bunlardan Arabistan mermerinden yapılmış olanının çevresi 17 ayak ve 8 parmaktır. Sütunun üstünde İbrahim Paşa'nın (Pargalı veya Makbul veya en son haliyle Makdul İbrahim Paşa ) Macaristan'dan ganimet olarak getirdiği tunçtan yapılmış bir Herakles heykeli yer alıyordu ( yazının sonunda bahsedeceğim), ancak canavarları evcilleştirmek için, yaşadığı sürece dünyayı dolaşmakla kalmayıp, öldükten sonra da oraya buraya taşınan ve çok kez ölümden dönen Herakles sonunda tepetaklak yere yıkıldı, heykellerin ve Vitrivius sanatının şiddetli düşmanı olan Türkler tarafından parçalara ayrıldı; Türkler hayali bir 13. mücadelesinde Herakles'i yendiler... ( Petrus bayağı içerlemiş buna)"
"Hipodromun Marmara'ya bakan cephesinde, İstanbul'a geldiğim zaman yedi beyaz mermer sütun, spiraları , başlıkları ve epistylionlarıyla duruyordu. Bunlar hipodromun güneybatı tarafını kuşatacak şekilde sıralanmıştı... Sütunlar şimdi gövdeleri, başlıkları ve kaideleriyle birlikte yerde yatıyorlar. Sultan Süleyman'ın kervansarayının yapımında kullanılmak üzere kısa bir süre önce yıkıldılar... Hipodromda yer alan sonsuz sayıdaki yumruk dövüşçüsü, güreşçi, araba yarışçısı heykellerini tek tek anlatmam mümkün değildir..."
****
Sultanın o zamanlar bölgedeki tek inşaatı Süleymaniye Camisi idi. Böylece sütunların nasıl yok olduğu ve nerede kullanılmış olduğu ortaya çıkıyor. Panvinio gravüründen yaklaşık 60 yıl, fetihten ise 100 yıl sonra sphendon sütunları ortan kalkmış oluyor.

Son olarakta atmeydanı hakkında aynı dönemlerin çizimlerinden olan Matrakçı Nasuh'un minyatüründen bahsetmek yerinde olacaktır.

Matrakçı Nasuh İstanbul minyatürü 1530 lar


1-Sphendon, 2-Örme sütun, 3-Yılanlı sütun, 4-Dikilitaş Obeliks, 5-İbrahim Paşa Sarayı, 6-Zeukszippos Hamamı,
7-Iustinianos anıtı, 8-Ayasofya

Matrakçı Nasuh bu minyatürü 1530 larda çizmiş yani Panvinio gravüründen sonra bir tarih oluyor. Bunu şunu için belirtiyorum. İki gravür arasında çelişkili noktalar mevcut. Mesela Matrakçı'nın minyatüründe yer alan İbrahim Paşa Sarayı ve Zeukszippos Hamamı Panvinio gravüründe yer almıyor. İbrahim Paşa Sarayı'nın yapım tarihi net olarak bilinmesede 1481-1512 yılları arasına tarihleniyor. Diyelim ki bir olasılık Panvinio gravürünün yapıldığı tarih olan 1491den sonra yapıldığını kabul edelim ve bu yapının Panvinio 'da olmayışını normal karşılayalım. Ama Zeukszippos Hamamı mutlaka olması gereken bir yapıydı.

Son olarakta Panvinio gravürü ile ilgili olmasa da (At Meydanı ile ilgili) çok kısa olarak Maktul İbrahim Paşa'nın heykellerinde bahsedelim.

Pargalı İbrahim Paşa’nın Mohaç Meydan Muharebesi sonrasında Budin’den İstanbul’a getirerek sarayına diktirdiği mitolojik heykeller çok konuşulur. Üç güzeller olarak anılan bu heykeller her ne kadar ilgi uyandırsa da bazı çevreler tarafından put olarak görülür ve hoş karşılanmaz. Heykellerin dikilmesinden birkaç yıl sonra dönemin ünlü şairlerinden Figânî’nin yazdığı iki mısralık şiir çok konuşulmuştur.

Dü İbrāhīm āmed be-deyr-i cihān
Yeki büt-şiken ü yeki büt-nişān

Figânî’nin şiirinde İbrahim Paşa, “Cihan tapınağına iki İbrahim geldi. Biri putları kırdı, diğeri putları dikti” sözleriyle put dikmekle suçlanmış. İbrahim Paşa bu duruma oldukça öfkelenmiş ve şairin cezalandırılmasını emretmiş. Figânî 1532 yılında idam edilmiş.

Paşanın sonu da bir müddet sonra pek parlak olmuyor ve Makbul olan lakabı Makdul'a dönüyor.

Hünername'den. İbrahim Paşa Sarayı önündeki heykel ve anıtlara tırmanmış canbazlar



 Pieter Coecke van Aelst gravürü 1533








Devamını Oku »

7 Haziran 2017 Çarşamba

Anna Komnena (1083-1153) ; Tarihçi bir Bizans prensesi


Anna Komnena'yı bir Roma İmparatorunun kızı, bir prenses olmasından daha çok tarihçi kimliğiyle ve babasının zaferlerini anlattığı ünlü eseri ALEXIAD ile hatırlıyoruz. Bizans imparatoru Aleksios Komnenos'un Konstantinopolis doğumlu kızı Anna Komnena, zamanının coğrafi, felsefi, mitolojik ve edebi eserlerini çok iyi öğrenmiş bir tarihçidir ve on beş kitapçıktan oluşan Alexiad adlı eseri yazmıştır. Genel olarak babasının dönemini anlatan ve Bizans tarihi araştırmaları yapanlar için temel bir kaynak oluşturan Alexiad adlı eserin sahibi; Sokrates, Homeros, Polibius gibi dönemin yazarlarına hakim bu prenses, eserinde yapıtının amacını şu kelimelerle ifade ediyor;
......

Karşı konulmaz biçimde ve kesintisiz bir hareketle akıp giden Zaman, var olabilmiş ne varsa tümünü -gerek dikkati çekmeye değmez olayları; gerekse büyük ve anımsanmaya değer olanları-, bir unutulmuşluk uçurumuna çekip yutmak için, sürükleyip götürür; ve, tragedyacının dediği gibi, "Gizlenmiş olanı ortaya çıkarıp, meydanda olanın üzerine örtü çeker". Ne var ki, tarih bilimi, Zaman'ın akışına karşı koyan sarsılmaz bir bent'tir. O, Zamanın karşı konulmaz akışını bir bakıma durdurur; bu akıp gidiş arasında olan bitenlerden, akıntı üstünde yakalayabildiklerini kollarına alıp tutar ve onların, sonsuza dek orada kalmak üzere unutulmuşluğun derinliklerine kayıp gitmesine asla izin vermez.
Ben, Anna, İmparatorlar Alexios ve Eirene'nin Mor Odada1 doğmuş ve büyütülmüş kızı, yazın'ın yabancısı olmamakla kalmıyorum, ayrıca bir de Hellen dilini derinlemesine incelemişliğim var; güzel konuşma san'atını ihmal etmeden, felsefeyle de ilgilendim, Aristoteles'in kapsamlı bilimsel yapıtlarını, keza Platon/Eflatun'un dialoglarını dikkatle okudum, tinsel yönümü dörtlü bilgi ile (astronomi, geometri, aritmetik, müzik) olgunlaştırdım; bunları anlatmamın bir nedeni var; gerçekten, bu, övünme değil; doğa vergisine ve benim kendi öğrenme düşkünlüğüme borçlu olduğum özelliklerimi, hem çok yüce Tanrı'nın bana sonradan kazandırdığı, rastlantıların da etkisiyle kazandığım özelliklerimi açıklamam gerekiyor; yazdığım bu yapıtta, babamın yaptıklarını anlatmak istiyorum; bunlar -gerek bir kez erk'in sahibi olduktan (taht'a geçtikten) sonra yaptıklarının tümü, gerek taç giymesinden önce, başka (kendinden önceki) İmparatorların hizmetinde iken yaptıklarının tümü- sessizliğe terk edilmemeli, ne de bir unutulmuşluk denizine götürülüyormuş gibi Zamanın akışıyla sürüklenip gitmeli.
.......

Kendisini babasından sonra ülkeyi yönetecek olan kişi gibi görecek kadar hırslı ve bu amaçla babasının imparator olarak atadığı küçük kardeşine iki defa suikast düzenleyebilecek kadar da gözü karadır.
Alexiad isimli eserini babası öldükten sonra imparator olarak yerine geçen kardeşi Ioannes'in emri üzerine ömrünün sonuna dek kapatıldığı kilisede yazıyor. Anna'nın neden kiliseye kapatıldığının öyküsü de ibret vericidir2....

Anna Komnena

Anna Komnena'nın Yaşam Öyküsü;

Anna, 2 Aralık 1083 Cumartesi günü, imparator Alexios Komnenos ile eşi Eirene Komnena'nın ilk çocuğu olarak, başkent Konstantinopolis'te doğdu. Sonradan 3 kız ve 3 erkek kardeşi dünyaya geldi. Erkek kardeşlerinin en büyüğü olan Ioannes ile arası, küçüklükten başlayarak pek iyi değildi. 3-4 yaşına geldiğinde, Anna'yı -babasından önce egemenlik süren (ve babasını evlat edinen ! )- imparatoriçe Maria'nın3 oğlu ve dolayısiyle tahtın yasal veliahdı hatta sahibi olması gereken Konstantinos Doukas ile nişanladılar; Anna, çağının Rum saray geleneğine uyarak gelecekteki kaynanasının konağına göçtü. İmparatorun, damat adayı Konstantinous'u veliahtlığa ataması dolayısiyle, gelecekte Konstantinos-Anna çiftinin imparator-imparatoriçe olması bekleniyordu. Bilmediğimiz bir nedenle bu nişan4 bozuldu ve imparator veliahtlığa büyük oğlunu, o sıralarda henüz 4-5 yaşlarında bulunan Ioannes'i atadı (1092).

Bu kara kuru, sıska oğlana Anna'nın düşmanlığı belki o zaman başlamıştır. Nişan bozulduktan sonra Konstantinos, İstanbul'dan ayrıldı, kırsal yöredeki aile mülküne çekildi. İmparator Alexios ile ilişkileri yine de düzgündü; hatta o mülkte Alexios'u konuk ettiğini ağırladığını biliyoruz. Konstantinos 1096 dolaylarında öldü; Anna, aslında evlenme isteği duymadığı hatta evlenmemek istediği halde, 1097'de , ana babasının isteği üzerine, bir diğer Rum soylusuyla, Nikephoros Bryennios ile evlendi. Eşi, vaktiyle imparator Alexios'la hasım durumda bulunmuş daha eski Nikephoros Bryennios'un (baba ve oğulun isimleri aynı) oğlu idi. Genç Nikephoros, imparatordan büyük saygı ve sevgi görüyordu. O kadar ki, Alexios ona, Kaisar yani Caesar sanını vermişti. İ.S. 4. yüzyıldan beri, Augustus sanını taşıyan imparator, kendine yardımcı olacak bir ya da iki imparator atıyor, o kişinin yahut kişilerin san'ı Caesar oluyordu; dolayısıyle, sözcük, "Yardımcı İmparator" anlamını belirtiyordu.

Anna'nın bu evlilikte çok mutlu olduğunu, kocasına büyük sevgiyle bağlandığını biliyoruz; "Nikahta keramet vardır" derler. Evliliğinden 4 çocuğu oldu ve eşinin ölümüne dek, 40 yıl onunla aynı yastığa baş koydu.

İmparator Alexios'un 1118 yılında ölümü sırasında ve onu izleyen günlerde Anna, (anası Eirene ile birlikte ) taht'a kardeşi Ioannes'in değil, kocası Nikephoros'un geçmesi için yoğun saray entrikası yürüttü, başarılı olamadı. Hatta, Ioannesi'in öldürülmesini amaçlayan bir komploya karıştı. Böyle iken Ioannes ona karşı çok bağışlayıcı davrandı ve Anna'yı, rahat bir sürgün yaşamına göndermekle yetindi. Yeni imparatorun, komploya bulaşıklığı olmayan Nikephoros ile ilişkisi bozulmadı; hatta 1137 yılında, bir savaş seferine, hala Kaisar san'ını taşıyan Nikephoros ile birlikte çıktılar. Nikephoros, bu seferde hastalandı ve İstanbul'a dönüşünde öldü; Anna 54 yaşında dul kaldı.

Anna çağına göre çok iyi öğrenim görmüştü ve araştırmaya, öğrenmeye, bilgiye, yazmaya düşkündü. Eşi Nikephoros da öyleydi ve tarih araştırmacılığı, özellikle yeğlediği uğraşı alanıydı.

Anna, 1118'de babasının, 1123'de anasının ve 1137'de eşinin ölümünü gördükten sonra kendi küçücük dünyasına kapandı; kendini okumaya, araştırmaya, yazmaya verdi. İşte Alexiad bu dönemde, yıllarca süren bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Anna, 1148'de, 65 yaşındayken bile bu yapıt üzerinde çalışıyordu. hangi yıl tamamladı, kaç yaşındayken öldü bilinmiyor. 1153'de öldüğü sanılıyor.


//////
(1)
Porphyrogennetos (Latin harfleri ile Porphyrogenitus) kelime anlamı olarak "Mor Oda'da Doğan", Bizans İmparatorluğu'nda onursal bir ünvandır. Bu ünvan baba imparator olduktan sonra doğan erkek çocuğa ya da kız çocuğa (Latin harfleri ile) Porphyrogenita verilirdi.
Porfirogennetos kavramı, veraset yoluyla meşruluğu güçlendirmek ile bağlantılı olarak 6. yüzyıldan itibaren bilinirdi fakat ilk güvenli kullanımı 846 yılına kadar olmamıştır. Terim 10. yüzyılda yaygın olmuştur, özellikle VII. Konstantin Porfirogennetos ile bağlantılı olarak ve Paleologos Hanedanı'na kullanımı devam etmiştir.
İmparatorluk moru, lüks bir boyaydı ve deniz salyangozları ailesinin içinde bir tür kaya salyangozu olan Murex adıyla bilinen kabuklunun salgılarından elde edilmekteydi, elbiseleri renklendirmekte kullanılırdı. Üretimi aşırı pahalıydı, bu boya Romalılarda statü sembolüydü, örneğin Magistratusların togalarında mor bir şerit olurdu. Bizans döneminde, renk imparator ile eşleşti ve tüketim kanunları, imparatorluk ailesi hariç kullanımını kısıtladı. Böylece mor imparatorluk rengi oldu.

Bukoleon Sarayı'nın kalıntıları

Kendisi de porphyrogennetos olan VII. Konstantin, De Ceremoniis aulae Byzantinae adlı çalışmasında porphyrogennetos çocuğun doğumu sırasındaki törenleri anlatmıştır.

Patrik Nikolaos MistikosVII. Konstantin Porfirogennetos'u vaftiz ediyor

En ayırıcı şart, çocuğun , Büyük Saray'da müstakil bir köşkte Mor ya da Somaki mermerinden oda da doğmasıydı: başka yerde doğan hiçbir çocuğun Porphyrogennetos olarak isimlendirilmesi meşru kabul edilmezdi. Porphyrogennete Anna Komnena odayı şöyle tarif eder: oda Saray'ın birçok terasından birinde bulunur, Marmara Denizi ve "taştan öküzler ve aslanların durduğu" (başka bir deyişle Bukoleon Sarayı) Boğaziçi'ne bakar, yerden tavana mutlak bir kare formundaydı, tavan bir piramit ile son bulurdu. Yerden tavana duvarlar, "genellikle mor baskın, aralarda kum gibi parlayan beyaz noktalar" olan imparatorluk somaki mermeri ile kaplanmıştı,

/////
(2)
I.Alexsius Komnenus doğu seferinden Konstantinopolis'e döndüğünde hastalanır. O sırada 59 yaşındadır. Doktorlar imparatoru tedavi için elden geleni yaparlar ama onun giderek zayıfladığı ve eski enerjisinin kalmadığı görülür. O sırada sarayda, Alexsius'un karısı imparatoriçe İrene söz sahibidir. Kızı Anna'nın yazdığına göre , annesi İmparatoriçe İrene saraydaki günlük resmi görevlerinin yanında, daha çok hayır işleriyle uğraşmaktadır ve büyük saray yerine daha çok Magnaura sarayında kalmaktadır. İmparatorun sağlığı 1117'ye geldiğinde ciddi olarak bozulur. Ağrıları artmıştır ve artık zorlukla yürümektedir. Tahtın doğal varisi, imparatorun 30 yaşındaki oğlu İoannes Komnenus'tur. Ancak gerek öz anne İrene ve gerekse kız kardeş Anna Komnena, İoannes'ten nefret etmektedir. İmparatordan, tahta varis olarak Anna'nın kocası genç Nikeforus Bryennius'u seçmesini isterler. Anne İrene oğlunu sürekli olarak kötüler, onun sarhoş ve yeteneksiz bir genç olduğu konusunda kocasını ikna etmeye çalışır. Ancak İmparator Alexsius ne karısı İrene' e ne de kızı Anna'ya güvenmektedir. Oğluna güveni, sağlığının en kötü olduğu günlerde de devam eder ve tahtın normal olarak doğal varisine geçmesi dışındaki hiçbir talebi kabul etmez. Çünkü imparator, çok yakın geçmişte İmparatoriçe Zoe'nin kocalarının imparatorluğa verdikleri zararları iyi bilmektedir.

1118'in yaz ayları geldiğinde imparator giderek daha da kötüleşir. İmparatoriçe İrene, imparatoru 24 saat süreyle bakıma ihtiyacı olduğu gerekçesiyle kendi sarayı Mangana'ya taşıtır. Gerçekten ana kız, imparatorun başından gece gündüz hiç ayrılmazlar. " Çok kere annemin onun başucundaki koltukta bütün gece boyunca beklediğini gördüm. Kollarını tutarak kaldırır, rahat nefes almasını sağlamaya çalışırdı. Gözyaşları seller gibi akardı." Ancak niyetlerinden hiç vazgeçmezler. Tek hedefleri imparatoru ikna etmektir. "Ana İmparatoriçe İrene, bütün nüfuzunu Anna lehine kullanmaktaydı ve kocasına İoannes'i çekiştirmekten bıkıp usanmıyordu. O gecelerden birinde Aleksius, karısı İmparatoriçe İrene'e "Bizans İmparatorlarından, tahtına layık kendi oğlunu bir tarafa bırakıp tacını damadına teslim eden var mı?... Halefini seçerken kendi et ve kanını bir tarafa bırakıp bir Makedonyalıyı seçmem karşısında bütün Bizans kahkahayı atıp benim aklımı yitirdiğimi zanneder" der.
Bütün rahatsızlığına rağmen imparator kararlıdır. 15 Ağustos Perşembe günü sabahın erken saatlerinde son anlarını yaşadığını anladığında, birkaç gecedir başından ayrılmayan ve uykusuz kalan karısı ve kızına kendisini iyi hissettiğini ifade ederek gidip birkaç saat uyumalarını söyler. Anne ve kız yatmaya gidince imparator Grand Domesitk (hükümdarın en yakını ve imparatorluk muhafız birliğinin komutanı) İoannes Axuch' çağırır.
İmparator, Axuch'tan koşup oğlu İoannes'i yanına getirmesini ister. 15 Ağustos günü öğleden sonra İoannes Comnenus, babasının son saatlerini yaşadığı ve acilen kendisini görmek istediği haberini alır. Mangana sarayına koşar, imparatorun yanına girdiğinde Aleksius imparatorluk yüzüğünü çıkarıp ona verir ve zaman kaybetmeden basilius-imparator ilan edilmesi için emir verir. İoannes dediğini yapmak için doğruca Ayasofya ya koşarak gider ve kısa bir törenden sonra patrik başına imparatorluk tacını koyar. Oradan çıkıp doğruca saraya döndüğünde İmparatoriçe İrene'in emriyle saray muhafızları olan Varangianlar içeri girmesine izin vermezler. Ancak parmağındaki imparatorluk yüzüğünü gösterince hepsi kenara çekilerek imparatoru selamlar.
13 Eylül 1087 Pazartesi günü Konstantinopolis'te doğan ve 31 yaşında olan II.İoannes Komnenus (1118-43) Bizans İmparatorluğu'nun yeni hükümdarıdır. Anna Komnena'nın sonradan yazdığına göre, uyanıp imparatorun yanına vardıklarında artık iş işten geçmiş ve taht yeni sahibini bulmuştur.

Bizans-Roma'nın büyük imparatorlarından bir olan I.Aleksius Komnenus, o gece hayata veda eder. İmparatoriçe İrene kocasının ölümünden sonra kendine hakim olamaz ve gözyaşları içinde kendini yerden yere atar. İmparatorlukta meşhur olan o güzelim saçlarını bile keser. Ancak bunu kocasının ölümü nedeniyle kederinden mi yaptığı, pek anlaşılmaz.

Ertesi gün imparator, hiç de ona yakışmayacak sade bir törenle, İmparatoriçe İrene tarafından 15 yıl önce yaptırılan Christ Philanthros manastırına gömülür. Aleksius Komnenus seçimini oğlundan yana yapmakla yine büyüklüğünü göstermiştir. Bizans'ın gelecekteki 25 yılına damgasını vuracak ve büyük imparatorlardan biri olacak II.Ioannes Komnenus, artık ülkenin tek hakimidir.

Ancak kız kardeşi Anna Komnena durumu kabullenemez. Kardeşini ertesi gün cenaze töreni sırasında öldürtmek için çabucak bir plan hazırlar. Bunu yapacak kişilere büyük paralar vaat eder. Ancak durumu iyi gözlemleyen ve özellikle sarayda etkin bir haberleşme ağı olan Axuch, tören için gerekli önlemleri almıştır. İmparator törende sıkı koruma altındadır. Suikastçılar ise ortada yoktur. Çünkü çoğu, tören daha başlamadan yakalanmış ve hapsedilmiştir. Suikastçılar daha sonra idam edilir ama imparator, kız kardeşini herhangi bir şekilde cezalandırmaz.

Anna Komnena ise bir türlü niyetinden vazgeçmez. Üç ay sonra İmparator İoannes, dinlenmek üzere Altın Kapının (Golden Gate-bugünkü surların Zeytinburnu girişinin hemen yanındaki kapı) yanındaki Philapation Sarayı'ndadır. Anna ve kocası Nikeforos Bryennius bu defa çok daha dikkatli bir plan hazırlayarak imparatoru katletmeye karar verirler. Plana göre Bryennius seçkin bir grup askerle sarayın yakınında buluşacak, imparator saraydan ayrılırken saldırıp, onu katledeceklerdir. Ancak Anna'nın kocası Nikeforus, babasının 1077 yılında tahtı ele geçirmek için isyan ettiğini ve zamanın hükümdarı tarafından yakalanıp gözlerine mil çekildiğini bilmektedir. Bu nedenle son anda fikrini değiştirir ve suikast yapacak askerlere verdiği randevu mahalline gitmez. Tam aksine saraya gelir ve imparatorun huzuruna çıkmak üzere izin ister. İmparator kendisini kabul ettiğinde de ayaklarına kapanarak durumu açıklar. İmparator, onu ayağa kaldırarak teşekkür eder ve affettiğini söyler. Gerçekten sonraki 20 yıl boyunca Nikeforus Bryennius imparatorun sadık bir komutanı olur. İmparatorlukta yapacak çok işi olan imparator, özellikle sefere çıktığı zamanlarda, artık arkasında sürekli problem çıkaran bir kız kardeşin olmasını istemez. Önlem almak zorundadır. Önce kız kardeşinin bütün mallarına el koyar ve bu suretle maddi kaynağını yok eder. Sonra saraylara girmesini yasaklar. Bununla da yetinmez, saçlarını kestirerek 34 yıl daha yaşayacağı bir kadınlar manastırına kapatır. Bu, Bizans tarihi açısından çok olumlu bir sonuç doğurur. Anna Komnena oturur, Alexiad ismini verdiği babasının yönetimi süresince yaşadıklarını anlatan bir kitap yazar. Bugüne intikal eden bu kitap , tarihçiler için, içinden subjektif anlatımlar ayıklanmak suretiyl önemli bir tarihi kaynak işlevi görür.

II. Ioannes Komnenos (1118-43) ve annesi İrene, Ayasofya'da

//////
(3)
İmparatoriçe Maria Alania ilk evliliğini VII. Mikail Dukas ile yapmış ancak III.Nikeforus Botaniates tarafından devrilmesinden sonra 2. evliliğini yeni imparator Botaniates ile yapmıştır. Bu evliliği yaparken Maria 28, eşi Botaniates ise 77 yaşındaydı. Bu sırada Anna'nın babası ise (Maria tarafından evlatlık edinilmişti!) henüz 23 yaşında doğu ve batı orduları komutanı idi. Henüz Botaniates iktidardayken Anna'nın babası Alexios'un saraya yaptığı çok sık ziyaretler dedikodulara sebep olmuştur. Zaten sonradan Alexios'un imparator olup eski imparatoriçeyi (Maria) saraydan çıkarması gerekirken bunu yapmıyor (bu arada Alexios'un evli olduğunu da belirtelim) ve durumdan herkes rahatsız oluyor. Adı geçenlerin yaşlarına ve yazılanlara bakıldığı zaman Anna'nın babası ile Maria arasındaki ilişkinin sadece evlatlık olduğu biraz inandırıcı gelmiyor. Tabii Anna babasını anlatırken ALEXIAD'da bunlardan hiç bahsetmiyor. O (Anna) sadece babası hakkında söylenenlerin kıskançlık olduğundan dem vuruyor.
Maria Alania

/////
(4)
Ortaçağ aristokrasisinde gelenek olduğu üzere Anna henüz bebek iken nişanlandı. Henüz 3 veya 4 yaşında olması gerekiyor. Anna nişanlandığında erkek kardeşi Ioannes henüz doğmamıştı. İmparatorun ilk erkek çocuğu, Anna'nın doğumundan 4 yıl sonra dünyaya geliyor. İmparatorun henüz genç olduğunu düşünürsek (30'larına gelmek üzere) artık erkek çocuğu olamayacağını düşünerek kızının nişanlısını imparator ilan etmesini düşük bir ihtimal olarak görüyorum. Peki neden önce çocuk yaştaki damat adayını imparator ilan edip sonradan vazgeçmişti ? Ben burada eski imparatoriçe Maria ile olan ilişkilerine bağlıyorum durumu. Anna'nın babası imparator olup saraya yerleştiğinde eşi Eirene'yi taç giydirip imparatoriçe ilan etmemiş ve saraya getirmemişti. Eski imparatoriçe Maria ise hala sarayın imparatoriçelerine ayrılmış kısmını eskisi gibi kullanmaya devam ediyordu. Henüz 31 yaşında olan ve baş döndürücü güzelliğiyle dikkat çeken Maria ile Alexius'un ilişkileri Alexius'un daha ordu komutanı olduğu günlerden itibaren başlamıştır. Ancak hem imparatorun hemde imparatoriçe Maria'nın halen evli oluşları evlenmelerinin önündeki en büyük engeldir. Muhatemelen Maria oğlunun hayatından endişe duymuş ve onu koruyabilmek adına imparator üzerindeki etkisini kullanarak Anna ile nişanlamıştır. Sonrasında ise gerek halk gerek dini çevreler gerekse ordunun baskısıyla Maria saraydan ayrılmış ve imparatorun karısı Eirene saraya gelmiştir. Tahminim yıllar geçince Maria'nın Alexias üzerinde etkisi kalmamış (veya Alexias'ın ilgisi bitmiştir) ve erkek çocuğu da olunca nişanı bozmuştur. Anna ise ALEXIAD'da kesinlikle babasıyla kayınvalidesi arasında bir ilişkinin varlığını kesinlikle kabul etmemiş ve bunların dedikodudan öte bir şey olmadığını söylemiştir.

I. Aleksius Komnenus (1081-1118)
(Evren Oğuzbalaban, 1989)

/////

Kişiler;

Anna Komnena                  : Alexios Komnenos ile Eirene Komnena'nın kızları
Alexios Komnenos             : Bizans İmparatoru ve Anna'nın babası
Eirene Komnena                 : Bizans İmparatoriçesi ve Anna'nın annesi
Konstantinos Doukas          : Anna'nın ilk nişanlısı ve Maria'nın oğlu
Maria Alania                       : Bizans İmparatoriçesi ve İmp. III.Nikeforus Botaniates'in eşi
VII. Mikail Dukas               : Bizans İmparatoru ve Maria Alania'nın 1. eşi
III.Nikeforus Botaniates     : Bizans İmparatoru ve Maria Alania'nın 2. eşi
Nikephoros Bryennios        : Caesar ve Anna Komnena'nın eşi
Ioannes Komnenos             : Anna'nın kardeşi, İmp.Alexios'un oğlu

******************************************
Kaynakça;

1. Alexiad                                      Anna Komnena       Çeviri : Bilge Umar
2. Bizans İmparatorluğu Tarihi     Radi Dikici
3. Historia                                     Niketas Khoniates   Çeviri : Fikret Işıltan

*******************************************

Devamını Oku »

10 Mayıs 2017 Çarşamba

ALEXIAD

Kitabın Doğu Roma İmparatorluğu tarihine ışık tutan en önemli kaynaklardan birisi olduğu söylenebilir. Prenses Anna Komnena tarafından yazılmış ve babası imparator Alexios Komnenos'un Anadolu ve Balkan Yarımadası'ndaki dönemi anlatılmış. Benim bulabilip de okuduğum kronikler arasında en ilgi çekici olanı diyebilirim. Gerek kitabın çeviricisinin yazma yöntemi gerek yazarının anlatım biçimi gerekse dönem itibari ile Anadolu'daki ilk Türkler hakkında verdiği bilgiler kitabı çekici hale getiriyor.
Ne yazık ki İstanbul hakkındaki en önemli kaynakların çoğunun olduğu gibi (örn. olarak Doğan Kuban'ın kitapları verilebilir) Alexiad'ın da piyasada basımını bulmak mümkün değil. En azından ben çok aramama rağmen bulamadım. Belki basılır veya sahaflara düşer umuduyla bir kaç ay beklesem de böyle bir şey olmadı. Ben de, üzülerek söylüyorum ama kitabın pdf çıktısını internetten indirtip sahaflarda ciltlettirdim ve buradan okudum. Bir takım baskı hataları :) veya kitabın orijinali olmasa da tercihim her zaman elimde tutup okuyabildiğim baskıdan yana olmuştur.



Kitap 1996 yılında tek baskı yapmış ve bahsettiğim üzere piyasada bulmak mümkün değil. Çeviren Bilge Umar'ın önsözü ile başlıyor ve Anna Komnena'nın kısa yaşam öyküsüyle devam ediyor. Hemen ardından gelen GİRİŞ kısmında ise Anna kendini tanıtıyor ve yapıtının amacını açıklıyor.

Çevirmen Bilge Umar her ne kadar tarih üzerine araştırmaları, çevirileri olsa da aslında asıl alanı hukuk olan bir akademisyen. Kitabı çevirirken hem orijinalinden hem de diğer dillere (fransızca ve ingilizce) çevrilmiş baskılardan yararlanıyor. Anlatımlarından çok hakim olmasa bile rumcayı da bir miktar bildiğini çıkarabiliyoruz.
Klasik yapıtların herhangi bir dile çevirisinde," sözcüğü sözcüğüne" çeviri yönteminin çok uzun zamandır bırakıldığı söylenir. O yapıtları, eğer yazarı sağ olsaydı ve çevirmenin dilini konuşsaydı hangi ifadeleri kullanarak yazacak idiyse işte o ifadeleri kullanıyor olmak iddiasıyle çevirmek; yani, yazarın anlatımını başka dile çevirmek yerine onun düşünce ve bilgi aktarımını başka dilde anlatmak yaygın bir yöntem olarak görülüyor. Böyle olduğu halde  Bilge Umar bu yöntemi ancak zorunlu kaldığı ölçüde kullandığını, Anna Komnena'dan öğrendiklerini bize kendi anlatımıyla aktarmaya kendisinde hak görmediğini söylüyor. Tam tersine, onun anlatımının tüm özelliklerini olabildiğince korumaya; kendi satırlarında yaşayan Anna'yı, yapıtının Türkçe çevirisinde de yaşatmaya, onun tümcelerini bölmekten bile kaçınmaya çalışmış.

Burada esas aktör İmparator olmuş olsa da  en azından onun kadar ilginç bir yaşam öyküsü olan yazar Anna Komnena'danda mutlaka bahsetmek gerekiyor. Bu yazıdaki amacım kitabı tanıtmak olduğu için Anna ile ilgili başka bir yazıda detaylı bahsetmeyi düşünüyorum.

İstanbul'u anlamak tanımak hem zor hem de kolay. Zor çünkü Roma İmparatorluğu'ndan geriye çok az şeyi koruyabilmişiz. Kolay çünkü Roma'da müthiş bir tarih yazıcılığı mevcuttu. Ve bu kaynakların bir kısmına zor da olsa ulaşma şansımız var. Tıpkı ALEXIAD 'a olduğu gibi.    


Devamını Oku »

20 Mart 2017 Pazartesi

Constantinopolis (3)


Konumu ve Kuruluşu'ndan devam

*******

Bir Hıristiyan Şehri


Antik heykellerin yaygınlığı, Constantinus'un yeni şehrini sıklıkla söylendiği gibi Roma İmparatorluğu için yeni bir hıristiyan başkenti olarak tasarlamadığına dair güçlü bir ipucudur. Pagan vatandaşları için tapınaklar, özellikle de Constantinopolis'in yeni talih tanrıçası Anthousa için yaptırılan tapınağa eşlik etmek üzere Constantinopolis Roma Fortuna'sı tapınağı inşa edildi. Eusebios konuyu geçiştirerekbu sapmaları örtmeye çalışır:"Adını taşıyan şehrin her yeri, tüm eyaletlerde kendisine adanmış ve boş inançlarla aldatılan mağdurların uzun zamandan beri sayısız kurbanlar ve yaktıkları adaklarla boş yere onurlandırdıkları tanrıların tunç heykelleriyle donatıldı.İmparator bunlara alay edilecek oyuncaklar muamelesi yaptığında onlar da artık doğru düşünmeyi öğrendiler." Fakat yeni forumdaki porfiri sütunun tepesinde sergilenen en bariz "oyuncak" ne anlama geliyordu? Sütunun üzerinde Sol Invictus suretinde betimlenmiş bir Constantinus heykeli yükselmekteydi.Sol elinde bir küre, sağ elinde bir mızrak (6. yüzyılda düşmüş ve yerine bir asa koyulmuştur) ve başında Güneş Tanrısı'nın ışınlı tacını taşıyordu. Şimdi üzerinde uygun değişiklikler yapılmış heykelin Phrygia'dan geldiğine inanılmaktaydı ve anlatılanlara göre MÖ 5. yüzyılın büyük heykeltıraşı Pheidias'ın eseriydi. Belli ki bu kimseyi rahatsız etmemiştir, çünkü 1106'da sert bir fırtınada yıkılana kadar yedi yüzyıl boyunca ayakta kalmıştı. Heykeli temize çıkarmak için Constantinius'un kürenin içinde İsa'nın gerçek çarmıhına ait gerçek bir parça koydurttuğu iddia edilmiştir. Fakat bu parçanın Constantinus'un annesi Helena tarafından bulunuşu sadece geç 4.yüzyılda bir efsane olarak çıkar. Bu tarihten önce heykelin verdiği mesaj hakkındaki fikirler karmaşıktır ve Garreh Fowden'ın gözlemlediği gibi bu, kasıtlı ve planlı bir "çok anlamlılıktı."
İlginçtir, Constantinius'un anıtsal merkezinde klise bulunmaz.Saray kompleksi içindeki bilinen ilk şapel Aziz Stephanos'a adanmıştır ve 421'den önce inşa edilmiştir. Nitekim şehrin artan nüfusu için çok az önlem alınmıştır. On dört kilise sayan 425 tarihli Notitita adlı bir belgeden önce şehrin imar açısından gelişimini aktaran hiçbir çağdaş kaynak yoktur. Eğer o tarihlerde nüfus 350.000 civarındaysa bu, her bir kilisenin 25.000 civarında bir cemeate ev sahipliği yapması anlamına gelir ki, böyle bir rakam Texas'ta, mesela Houston'da bulunan 16.000 kişilik Lakewood Kilisesi gibi devasa modern kiliseleri bile gölgede bırakacaktır. Durum bu değildi ve yüzyıllardır tartışılan bir soruda gündeme gelmektedir. Constantinopolis esasında bir Hıristiyan şehri miydi? Hıristiyan yazarlar elbette böyle olduğunu iddia etmişlerdir fakat üstünü örtmeleri gereken çok şey vardır. Durumun Sozomenos'un öne sürdüğü gibi olmadığı açıktı: "Bu şehir.... sunaklar, Yunan tapınakları ve pagan adaklarıyla kirlenmemiş, Tanrı'nın mevcudiyetini ortaya koyarak imparatorun çabalarını kutsamak için ihsan ettiği birçok muhteşem dua eviyle süslenmiştir."
425'te ayakta olduğu bilinen on dört kiliseden sadece üç yada dördü güvenle Constantinus'a atfedilebilmektedir. Bunlar arasında 360'ta açılan ayasofyanın ilk versiyonu yoktur. Bunun yerine Roma'ya anoloji yaparak bir çalışma yapılabilir. Burada Constantinus, daha sonra Lateran kilisesi adıyla anılacak ve Roma piskoposunun makamı olacak büyük bir piskoposluk yapısı-Lateran Sarayı-inşaa etmişti.Daha geç tarihteyerel Roma şehitlerine adanmış çeşitli küçük fakat görkemli kiliseler mevcuttu. Bu yüzden Constantinopolis'te şehrin ilk piskoposluk kilisesi Aziz Eirene'yi ve yerel şehitler Acacius ile Mocius'a adanmış iki büyük bazilikayı imparatora atfetmek maküldür. Aziz Acacius Kilisesinden ilk kez 359'da bahsedilir ama ilk defa 402'de adı geçen Aziz Mocius Kilisesi gibi onun da 330'lu yılara tarihlenmesi gayet muhtemeldir.
Bunlar Eusebios'un gözlemleriyle birlikte ele alınmalıdır:"Kendi adını taşıyan şehri özel bir onurla ayrıcalıklı kılmaya kararlı olan Constantinus.... sadece onu değil fakat çevresini de çok sayıda kutsal binayla -şehitler için en büyük boyutlarda anıtlarla ve en muhteşeminden başka yapılarla - donattı. Böylece şehitlerin anısını onurlandırdığı gibi şehride şehitlere adamış oldu." Şehirdeki kiliselerin sayısıyla ilgili bir başka bilgi yine Eusebios tarafından aktarılır: Constantinus'un Kaisareia piskoposuna sorumluluğunu verdiği "kutsal yazıların elli kopyasını çıkarmak." Constantinus bu sayıda kopyanın tüm mevcut kiliselerle birlikte kilise sayısı artınca gelecek talepleri de karşılayacağını düşünmüştü. Eusebios yeni şehir ve Constantinus'un buradaki imar faaliyetleriyle ilgili görüşlerinde açıkça taraflıdır. Daha ziyade şehrin, orta halli nüfusun çeşitli dini törenleri yerine getirebileceği ibadet yerleriyle donatıldığı izlenimi vermektedir. Aslında Constantinus'un yaptığı tek şey, muhtemelen sorumlu olduğu ya da inşasına mali destek verdiği yapılarda kurban kesimini yasaklamış olmasıdır.
Constantinus'un yaptırdığı binalar içinde en görkemlisi, havarilere adadığı kendi anıtmezarıydı. Oğlu COnstantius, daha sonra Constantinus'un yuvarlak planlı orjinal anıtmezarına bitişik haç planlı büyük bir kilise inşa etmiş ve birçokları bunun Constantinus'un eseri olduğunu ileri sürmüştür. Ne var ki görünüşe göre imparatorun asıl derdi bir kilise kurmak değil, kendi fani kalıntılarının, isa'nın kemikleri getirilmiş havarilerinin kalıntılarının yanında durmaını garantiye almaktı. Bunları şehre getirip kendi mezarının yanına, İsa'nın diğer havarilerinin heykellerinden oluşan bir çemberin içine yerleştirmişti. Böylece zamanla kendşsş de onlara eş olarak anılacaktı.


Devamını Oku »

27 Şubat 2017 Pazartesi

Constantinopolis (2)


" Nikopolis : Zafer Şehri " den devam

************************************************************************

Konumu ve Kuruluşu

Eğer Constantinus'un Byzantion tercihi ilk bakışta Licinius'un anısını ve mirasını yok etme kararlılığı tarafından yönlendirilmişse de, daha sonra nedenleri değişmiştir.  Constantinopolis'in anıtsal çekirdeğini geliştirme konusunda, iktidardaki yirminci yılını kutlamak için 326'da Roma'ya yaptığı seyahattan esinlenmiştir. Yılın başlangıcını kutlamak üzere ocak 325'te Nikomedia'da parlak oyunlar düzenlenmişti. Roma'da yıl sonu için hazırladığı kutlamalar ise bu kadar başarı kazanamamış, Constantinus'un öfkesi ve acımasızlığı yüzünden yara almıştı. Sonuç olarak imparator Roma'ya bir daha hiç dönmeyecek ve kendisini tamamen yeni şehrinin inşasına adayacaktı. Fakat seçtiği şehrin konumu birçok doğal dezavantaj barındırıyordu. Gelecek yüzyıllarda Akdeniz'deki ticaret şeklini değiştirecek şey, Constantinopolis'in şanslı konumundan ziyade kendi başarısıydı. Olağan yolların en kuzeyinde bulunan şehir, yaz seyir mevsiminde hakim rüzgar kuzeyden, dolayısıyla gelen filolara ters esmesine rağmen Çanakkale Boğazı'ndan geçen gemileri kendisine çekiyordu. Başlangıçta Constantinopolis'i ve art bölgesini ekonomik merkez konumuna getiren şey ise, güney kaynaklı inşaat malzemeleri ve levazıma ilaveten, vatandaşların ekmek istihkakını güvence altına alan imparatorluk emrindeki Mısır çıkışlı tahıl filolarıydı. Constantinopolis'in bu şekilde varlığını sürdürmesi şaşırtıcıydı, zira Constantinus'un varislerinin şehirde kalacağına inanmak için hiçbir neden yoktu. Konumu ideal olmaktan uzaktı.
Büyük bir şehir olmadan önce, bir ticaret kolonisi olarak Byzantion'un ihtiyacını karşılayacak çok az su kaynağı mevcuttu ve imparatorlar şehrin büyük hamamı ve sürekli akan çeşmeleri için su tedarikini garantilemek üzere kemer ve sarnıçlardan müteşekkil bir sistem meydan getirmişlerdi ( http://fitarihinden.blogspot.com.tr/2016/11/suyun-sehre-yolculugu-1.html ). Hadrianus bir su kemeri yaptırmıştı fakat Constantinus şehrin su talebini karşılamak için ek önlemler almadı. Cyril Mango'ya göre bu tedbirler belkide 1900'de endüstriyel Paris'in ihtiyacından beş kat fazla su sağlaması anlamına geliyordu. Roma'lıların su ihtiyacı sıra dışıydı; Constantinopolis'in en parlak döneminde günde yarım milyon metreküpe ulaşmış olabilir. Constantinus'un ilk işlerinden biri söylencelerin Septimus Severus'a atfettiği fakat muhtemelen bir rakip tetrarkın eseri olan Zeuksippos Hamamı'nı yeniden inşa etmekti. Hamam, şehrin adandığı 11 mayıs'ta açıldı. Bu tarih, artık şehrin doğum günü olacaktı.
Bu yüzden şehir sakinlerinin büyük bölümüne su sağlayan üç muazzam açık sarnıcın ancak daha sonra, Constantinus'un yaptırttığı surların dışında fakat Theodosius'un MS 413'te eklediklerinin içinde inşa edilmiş olması dikkat çekicidir.


1* Aya Mokios Sarnıcı      Altımermer (Çapa) Çukurbostanı
2* Aetios Sarnıcı              Karagümrük Çukurbostanı 
3* Aspar Sarnıcı               Çarşamba Çukurbostanı

 
Constantinus surları ve 3 açık hava sarnıcı

Sarnıçlar ve Trakya su hattı

Bardill/Bayless tarafından hazırlanan sarnıçlar ve suyolları haritasında
bölgenin suyolları

İmparatorluk sarayı bile bugün Yerebatan Sarayı olarak bilinen ünlü yeraltı sarnıcına 6. yüzyıla kadar sahip olamamıştır. Şehir surları üç tarafta denizle çevrili olduğundan tatlı su sadece Avrupa art bölgesinden, Valens'in (ö.378) saltanatında tamamlanmış su kemerleri tarafından 128 kilometre uzaktaki kaynaklardan getiriliyordu. İmparatorluğun sınırı Tuna'ya dayandığından su tedarikini sağlama almak kolaydı. Fakat Valens 378'de Constantinopolis'in Trakya art bölgesindeki Hadrianopolis Savaşı'nda Gotlar tarafından öldürüldü. O tarihe gelindiğinde Constantinopolis ve onun ikmal hatlarının ciddi anlamda savunmasız olduğu açıkça görülmüştü. Tuna ile Constantinopolis arasında haemus, yani Balkan Dağları gibi doğal bir engel bulunmasına karşın, şehirle dağlar arasında hiçbir şey yoktu. Daha geç bir tarihte şehrin su ikmalini korumak için gösterişli uzun surlar inşa edildi. Ancak Trakya'nın tarımsal art bölgesi etkili biçimde korunamıyordu ve bu durum bölgeyi tahribata, şehri de kuşatmaya açık hale getiriyordu.
Constantinus yeni şehrin ikmal hatlarını korumak için hiçbir önlem almadı, zira şehrin bu kadar hızlı büyüyeceğini hiç düşünmemişti. Nikomedia, Trier, Sardica, deneyimleri de böyle bir büyümeyi beklemesi için bir neden vermemişti. Bununla birlikte imparatoru yüceltecek, hipodromuyla forumuna doluşacak, geçiş yaparken sütunlu galerilerinde dizilecek, dükkanları dolduracak, tahıl ve et yardımlarından yararlanacak kadar nüfusu şehre getirmişti. 332'den itibaren on binlerce vatandaşı doyurmak üzere mısır'dan yeterli miktarda tahılın gelişi için tedbirler alındı. işi kabul eden gemi sahipleri vergi muafiyeti kazandılar fakat liman tesislerini geliştirmek için bir çaba gösterilmediği gibi uygun silolar ve ambarlarda inşa edilmedi. Deniz surları ancak II. Constantinus'un saltanatında ilave edilmiş, babasına atfedilen kara surları, yine onun döneminde bitirilmişti.
Ölümünden bir yüzyıl sonra Constantinopolis'in 350.000 nüfusa erişebileceği (eğer Cyril Mango'yu izlersek) ihtimalini düşünemediği için Constantinus'u suçlamak yanlış olacaktır. Aynı şekilde, yine vefatından yarım yüzyıl sonra tehlikelere çok açık olmasına rağmen, on yıllar içinde barbarların imparatorluk sınırlarını geçme olasılığını değerlendirmediği için de onu itham edemeyiz. Constantinopolis'in Salonica ya da Nikomedia'dan hatta bizzat Constantinus'un ele geçirdiği Milano ve Roma'dan daha savunulabilir olduğu ileride kanıtlanacaktı. Fakat büyük bir şehre nasıl su sağlanacağı ve nüfusun nasıl doyurulacağı ya da dışarıdan gelecek bir saldırıya nasıl karşı koyacağı 324 yılı itibariyle ciddi sorunlar değildi. O tarihte Constantinus öncelikle geniş bir tören alanı, üzerinde ihtişamını sergileyebileceği şehir boyutunda bir sahne hazırlamakla meşguldü. Yarım yüzyıldır ilk kez bir roma İmparatoru tek başına hükümdar olduğu için artık ilgiyi rakibiyle paylaşmayan Constantinus, üstelik bu yeni saltanatını muzaffer olmuşken kuracaktı. Constantinus Roma'da, Maxentius tarafından yeniden inşa edilen şehre kendi damgasını vurmanın yollarını aramıştı. Oysa şimdi oldukça farklı bir konumdaydı. Yeni şehir, Roma dünyasının her yanından gelen en iyi şeylere sahip olduğu için Roma'dan daha parlak olacaktı; eski yeniyle kaynaşacaktı.

Constantinus'un yeni şehri için yapabilecekleri, halen orada bulunanlar ve şehrin 11 Mayıs 330'daki adanma töreni için her şeyi zamanında yetiştirme isteğiyle sınırlıydı. Garth Fowden, Constantinus'un yeni forumunda, yani şehrin eski surlarının hemen dışında yer alan imparator heykeline kaide oluşturacak sütun için uygun mermeri bulma sorununu inandırıcı bir şekilde özetlemiştir. Fowden, imparatorluk genelinde ya da en azından Constantinopolis'e zamanında getirilebilecek bir tane bile elverişli yekpare mermer bulunamadığını belirtir. Dolayısıyla sütun porfirden yapılmış ve Theodosius'un granit dikilitaşına kıyasla mor sütun tamburları son derece yıpranmıştır.Bu durum İstanbul'un havası ve yağmuru 20. yüzyıldaki endüstrileşmeyle daha da kirlenmeden önce de belliydi.

Constantinus Kolonu (Çemberlitaş)


6.yüzyıl gibi erken bir tarihte bile sütunun tamburları demir kuşaklarla desteklenmişti. Şehrin ana caddesi Mese ("merkez cadde") uzun zamandan beri Via Egnetia'yla birleşmek üzere Byzantion'un ortasından geçmekteydi.

Mese Yolu


Kuzeyde Haliç, güneyde ise Marmara Denizi boyunca giden kıyı yolları Constantinus'un mimarları gelmeden öncede mevcuttu. Bu durum, daha sonra ızgara planında yapılan sokakların, bu caddelerin arasına yerleştirilmesinden bellidir. Bu sokaklar şehrin altı tepesinin üzerinde ya da gerektiğinde merdivenlerle desteklenerek yamaçlar boyunca uzanır. Efsanavi Byzas'ın şehri, bugün Osmanlıların Topkapı Sarayı'nın bulunduğu, Mese ve Haliç arasındaki yükseltide yoğunlaşmıştı. Hipodromla birlikte Constantinus'un yeni şehrinin kalbiyse yeni saltanatını sergileyeceği törensel bir sahne olarak inşa edeceği bir dizi başka yapı ve meydan, büyük ölçüde boş olan yakındaki bri araziye yerleştirildi.
Bu törensel alanın merkezinde imparatorluk sarayı yer alıyordu.

Constantinus'un attığı temellerden, hipodromdan Marmara Denizi kıyılarına kadar uzanacak muazzam bir kompleks gelişecek, orjinal saray ise merkezdeki yerini koruyacaktı. Daphne Sarayından (10. yüzyılda bilinen adı) günümüze hiçbir şey kalmamıştır ama Constantinus adını almış yedinci imparator için derlenmiş bir 10.yüzyıl metni olan De Ceremoniis'teki (törenler kitabı) bir tariften rekonstrüksiyonu yapılabilmektedir. daphne oldukça alçakgönüllü bir saraydı. İmparatorun özel ikemetgahının bulunduğu sütunlu galerilere sahip bir villa tarafından sınırlandırılmış güney avlusu, doğuda bir kabul salonuna bitişik kuzey avlu ve batıda bir ziyafet salonundan meydana geliyordu. Bu iki salon, muhtemelen bir taht ya da soyunma odası-saray törenleri sıklıkla kostüm değiştirmeyi gerektiriyordu- olan sekizgen bir salonda buluşan geçitlerle birbirine bağlanıyordu. Bu üç salonu, daha ilerideki açık alandan ayıran yarım daire şeklindeki sütunlu galeri, avluya at nalı şeklini veriyor ve Onopodion olarak biliniyordu. Onopodion kuzeyde düz bir duvarla sınırlandırılmıştı ve bunun ortasında, saraydan kuzeydeki açık alan Tribounalion'a geçiş sağlayan bir kapı vardı. Dıi duvarın ortasında Üçlü Kapı olarak bilinen giriş vardı ve bunun üzerinde imparatorun Tribounalion'da toplananlara hitap edebileceği bir galeri, Heliakon bulunuyordu. Büyük kalabalıklara hitap edileceği zaman imparator, güney avludan çıkıp Kathisma'ya ulaşan bir geçitten (kokhlis) geçiyordu. Kathhisma, hem sarayda bir oda hem de güneydoğu kesiminin ortasından hipodroma bakan bakan bir locaydı. İmparatorluk saray kompleksi hipodromla bitişik olduğu için imparator, halkına doğrudan ve rahat bir şekilde erişebiliyordu. Yarışları başlama kapılarının (carceres) yakınında olduğu için imparator oyunlara nezaret ettiğinde en iyi manzarayı sunmaktaydı. Sarayla hipodromun yakınlıkları ve konumları, Tetrarşi'nin diğer imparatorluk merkezlerinden birebir kopyanalnmıştı. Aslında hipodromun boyutları neredeyse tamamen 450 metre uzunluğundaki Salonica'daki muadiliyle aynıydı.
Tribounalion'un kuzeyinde büyük ve görkemli Zeuksippos Hamamı yer almaktaydı. Hamamın kuzey girişi, kamusal alandan imparatorluk sarayına geçişi belirleyen nokta olan sütunlu meydan Augusteion'un güneyindeydi. Hamamın güneydoğu ucundan geçen imparatorluk yolu (Regia), daha sonra büyütülen saray kompleksinin girişi olacak Khalke (tunç) kapısı'nda bitiyordu. Augusteion'un kuzeybatı ucundan Bazilika'ya girilmekteydi. Burada bulunan okula Romalıların son pagan imparatoru olacak Constantinus'un kuzeni Iulianus gibileri devam etmişti. Meydanın ortasında Milion olarak bilinen bir çifte kemer (tetrapylon) mevcuttu. Bu, şehrin içinden geçen büyük sütunlu cadde Mese'nin doğu ucunu belirlemekteydi ve daha sonraları diğer bütün mesafelerin ölçüleceği noktaydı.
Mese'de ilerlendiğinde ortasında porfiri sütun üzerinde imparatorun heykelinin yükseldiği Constantinus Forumu'na ulaşılıyordu. Burası yeni şehrin tam ortası sayılmaktaydı ve dolayısıyla merkez anlamına gelen Yunanca omphalos ismiyle anılıyordu. Forumun kuzey tarafında senato binası vardı ve bundan sonra Mese, doğrudan Constantinus'un ailesinden bireyleri onurlandıran heykellerle süslenmiş meydan Philadelphion'a ulaşıyordu. Büyük ölçüde söylencelere dayanan çok geç bir kaynak, bunların arasında,Constantinus ve oğulları olarak tanımlanan birbirlerine sarılmış dört erkekten müteşekkil porfir heykel grubu olduğunu yazar. 1950'lerde şimdi Venedik'te olan porfir tetrarklar heykelinin bu eser olup olmadığı sorulmuştur. Soru, dramatik bir şekilde cevaplanmıştır: Bugün Bodrum Camii olarak bilinen Myrelaion Kilisesi'nin önünde yapılan kazılarda, heykel 1204'te Haçlılar tarafından yağmalanırken kırılan dördüncü tetrakın ayağı bulunmuştur.

San Marco Katedralindeki Tetrark Heykeli. Konstantinopolis’ten alınan,
4. yüzyıla tarihlenen; Diokletianus ve Maksimianus komutanları Galerius
ve I. Konstantin’i kucaklarken

Tetrak heykelin Konstantinopolis'ten taşınırken kırılan parçası.
Şu an İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir.

Philadelphion'da Mese ikiye ayrılıyordu. Bir kolu halihazırda Via Egnetia'ya giden yoldu; ikincisi ise kuzeybatıya doğu Galerius'un Salonica'daki rotunda'sına benzeyen ve daha sonra On iki Havari Kilisesi'nin (Havariyun) bir parçasını oluşturacak Constantinus'un mezar anıtına uzanmaktaydı. Yolun ikiye ayrıldığı yerde, 4.yüzyılın sonunda bir Hıristiyan tapım yeri haline gelmiş Capitolinus bulunuyordu. Ne var ki adına bakılırsa burasının Jupiter'e, daha doğrusu İkinci Roma'da Romalılığın (romanitas) koruyucuları Jupiter, Iuno ve Minerva üçlüsü için bir tapınan olarak tasarlandığı sonucuna varmamız kaçınılmazdır.
Mese üzerinden Augusteion'a dönüldüğünde, yapının güney tarafında, Roma dünyasının her yerinden toplanmış en az seksen eski heykelle süslenen Zeuksippos Hamamı görülmekteydi. Bu heykeller hakkında sıra dışı miktarda bilgiye sahibiz, çünkü Mısırlı Khristodoros hepsini daha geç tarihli bir antolojiye alınmış bir şiirinde anlatmaktadır. Çoğu heykel tunçtu ve yine çoğu ünlü kişilere aitti: Siyasetçiler, hükümdarlar, hatipler, filozoflar, şairler, tarihçiler, hatta pugulist'ler(boksörler).  Heykellerin dokuzu tanrıydı. Belli ki hıristiyan Constantinus heykelleri belki bizzat seçmemişti ama bunların hamamına koyulmasından dolyaı endişe duymamıştı. Aynı şekilde hipodromda eski tapınakların yerini belirten tanrısal ikizler Castor ve Pollux'un heykelleriyle birlikte Delphoi kehanet merkezinden getirilmiş üçayakların bulunmasından kimse şikayetçi olmamıştı. Aslında Constantinus'un, en azından bir süreliğine, Helikon Dağı'ndan getirilmiş Mousa'ların heykellerine bakıp düşüncelere dalmış olması da muhtemeldir. Bunlar daha sonra, dışında Zeus ve Athena heykellerinin durduğu senato binasına taşınmıştır.
Caddenin kaşı tarafında sağda, yeni tamamlanmış hipodrom vardı. Constantinu'un yenilemeleri kapsamlı olmuş, güney ucundaki büyük kavisi (Sphendone) desteklemek için güçlü temeller eklenmişti. Şehrin resmen adanması, artık bundan sonra kuruluşunun anıldığı her yıl 11 Mayıs'ta yapılacak olan hipodrom oyunlarını da içeriyordu. 5. yüzyılın başında yazan Sozomenos'a göre, Constantinus "kendisinin altın kaplamalı ahşap bir heykelini yaptırdı. Heykelin sağ elinde şehrin altın kaplama Fortuna'sı vardı. Şehrin açılışının yıldönünümüde yapılacak yarışlara heykelin getirilmesini; pelerinlerini kuşanmış, sandaletlerini giymiş haledki askerlerin, ellerinde beyaz mumlarla heykele eşlik etmesini; heykelin bulunduğu arabanın uzaktaki dönüş direğinden ilerleyerek imparatorluk locasının karşısına gelmesini ve o gün imparator kim ise kalkarak Constantinus'un ve şehrin Fortunas'sının önünde saygıyla eğilmesini emretti. " Bundan sonra tüm imparatorlar, onlara böylesine görkemli bir dekor hazırlamış olan kurucu Constantinus'un önünde eüğilecekti. Constantinus bu törenden önce özel koridoru aracılığıyla sarayından gipodroma geçerek Kathisma'da göründüğü zaman, toplanmış kalabalıklar tarafından çılgınca tezahüratta bulunulacaktı. Bu tutkuyu paylaşmayan pagan yazar Eunapius şöyle yakınıyordu:

    (Hiçbir şey) Constantinus'un diğer şehirleri boşaltıp kendi huzurunda bulunmaları için Byzantion'a getirttiği kendinden geçmiş güruhu temsil etmiyordu, zira kendisi tiyatrolarda tuvaletini tutamayacak akadar sarhoş adamlar tarafından alkışlanmaktan hoşlanıyordu. Dengesiz kalabalıklarca övülmeyi ve adının ağızlardasn eksilmemesini istiyordu ama o kadar aptallardı ki ismini zorlukla telafuz edebiliyorlardı.

Hipodrom araba sürücülerinin gelip geçtiği zaferlerine yapılan göndermelerden daha fazlasını barındıran zafer hatıralarıyla bezenmişti. Octavianus'un Aktion'da Marcus Antonius'a karşı kazandığı zaferi simgeleyen bir eşek ve bakıcısı heykeli Epeiros'taki Nikopolis'ten ("Zafer Şehri") Constantinus'un yeni Zafer Şehri'nin kalbine getirilmişti. Suetonius söz konusu heykel grubunun önemini açıklamıştı: Bunlar savaş arifesinde Octavianus'un ordugahına giren Eutykhes (refah) ve eşeği Nikon'du(Zafer). Bu eserin yanında, spina'nın, yani hipodromun orta kaldırımının orta noktasında bugün kısmen ayakta kalabilmiş yılanlı sütun bulunmaktaydı. Bunun üç kafasından biri yakındaki arkeoloji müzersinde korunmaktadır; diğerleri kayıptır. Anır bir zamanlar Yunanlıların MÖ 479'da, Platiai'da Persler karşısında elde ettiği zaferin sembolü olarak Delphoi'da duruyordu. Bunun yanında belki de daha fazla açıklama gerektirecek bir Hercules heykeli ile kartalın def ettiği bir yılandan oluşan heykel grubu vardı. Bu sonuncusu, sancaklı (labarum) sikke üzerindeki yılanı ezen Constantinus betimlerini hatırlatır. Burada yılan Licinius'u temsil ediyordu.

***********

Sonraki yazı : Bir Hıristiyan Şehri?

************

1*Aya Mokios Sarnıcı/Altımermer (Çapa) Çukurbostanı
Günümüzde Fatih İlçesi, Seyit Ömer Mahallesi sınırları içerisinde bulunan, Cevdet Paşa Caddesi, Köprülüzade Sokak, Ziya Gökalp Sokak, Sırrı Paşa Sokak tarafından çevrili bir alanda bulunan sarnıcın rağmen İmparator Anastasius I (491 – 518) tarafından yaptırılmış olduğu bazı kaynaklarda geçmektedir.
Likos (Bayrampaşa deresi), Kara ve Marmara sahil surlarından meydana gelen üçgene hâkim bir tepe üzerinde kurulan sarnıç, ismini güneydoğusunda inşa edilmiş olduğu Ortodoks Hagios Mokios kilisesinden almış olup, 170×147 metre ebadında dikdörtgen bir şekildedir. Zemin toprak ile dolmasına rağmen derinliği kesin olarak tespit edilemiyor. Fakat buna rağmen 12 ile 15 metre arasında değişmekte olduğu anlaşılmaktadır. Sarnıcı kuşatan tuğla hatıllı taş duvarların 6 metreyi bulmakta ve ayrıca iri taş bloklardan inşa edilen bu duvarların ortalarından iki kalın silme geçmektedir.



2* Aetios Sarnıcı/Çukurbostan: 
Tarihi yarımadayı boydan boya kat eden Mese’nin ve günümüzde Fevzipaşa adı verilen caddenin kuzeydoğu bitişiğinde yer almaktadır. Devasa bir açık hava sarnıcı olup, 419-25 yıllarında Vali olarak görev yapan Aetios tarafından yaptırılmış ve bu adla anılmıştır. Ancak, Valentinianus döneminde (364-378) yaptırıldığı da iddia edilmiştir. Kent içindeki üç büyük açık su haznesinden biri olan Aetios Sarnıcı, bunların en küçüğüdür . Yaklaşık olarak 245x85 m ebatlarında ve 10-15 m derinliktedir . Blakherna Bölgesi ve çevresine su sağlayan sarnıç, Trakya’dan getirilen suların toplandığı bir merkez olmuştur. Taş ve tuğla hatıllı duvarlar 5,20 m kalınlığındadır. XVI. yüzyıldan itibaren bostan olarak kullanıldığı bilinmektedir. Sarnıç, 1962 yılında futbol (Vefa Stadı) stadyumuna çevrilmiştir . XX. yüzyılın ortalarına kadar bostan olarak kullanılan sarnıcın 1940’larda, güneydoğu cephesi yıktırılarak, bir Spor Kulübü için kulüp binası inşa edilmiştir . Valens Sukemerinin uzam doğrultusuna bakıldığında Aetios Sarnıcına paralel olmadığı görülmektedir.

3* Aspar Sarnıcı Çarşamba Çukurbostanı:
İstanbul’un en iyi korunan sarnıçlarından birisidir. Fatih ilçesi, Balat mahallesi, Çarşamba semti sınırları içerisinde yer alan, günümüzde İlçe Belediyesi tarafından Çukurbostan Parkı olarak adlandırılmış, kuzeyinde Sultan Selim Caddesi, güneyinde Yavuz Selim Caddesi ile tanımlanan bölgede bulunan sarnıçtır.
Bu sarnıca Bizans kaynakları, kare bahçe anlamına gelen «xerokipion» ismini vermişlerdir. Sarnıç, Leon I (457 – 474) zamanında Bizans İmparatorluğunun hizmetine giren General Aspar tarafından inşa edilmiş ve bundan dolayı da onun ismine izafe edilmiştir. Aspar, 471’de Leon I ‘in emriyle idam edildiğinden, sarnıcın inşa tarihini bundan daha evvelki bir tarihe, muhtemelen 459 veya 460 yıllarına indirmek çok yerindedir.
Aspar sarnıcı, bir kenarı 152 metre uzunluğunda olmak üzere dikdörtgen bir plan şekli arz etmektedir. Derinlik aslında 10.80 metre olmasına rağmen, zeminin zamanla toprakla dolmasından, hâlihazır durumu 8.20 metredir. Duvar kalınlığı 5.20 metredir ki burada da 5 tuğla ve 5 küçük taş dizisinden meydana gelen bir inşa tekniği tatbik edilmiştir.

4*Porfir:
Porfirler tabiatta bol olarak bulunur; damarlar ve çok önemli yatay yığınlar meydana getirir. Bu püskürük kayalar çok sert ve katıdır ve çok iyi parlar. "Porfir" adı, eskiden, özellikle Yukarı Mısır'da çıkarılan ve üzerinde beyaz lekeler bulunan koyu kırmızı renkte bir taşa veriliyordu. Bilinen en büyük porfir kütlesi Roma'daki Sixtus Quintus dikilitaşıdır. Porfirlerin büyük billurları genellikle beyaz veya soluk renktedir; diğer kısımları ise genellikle koyu kırmızı, koyu yeşil, koyu mavi veya siyah renktedir. Porfirlerden, sütun, banyo küvetleri, masa, mezar yapımında yararlanılır; italyan anıtlarında çok yaygın olan koyu yeşil renkteki porfir, mozaik, döşeme taşı ve kaplama olarak kullanılır; mavi porfir Romalılar zamanında çok gözdeydi.


Devamını Oku »