21 Temmuz 2016 Perşembe

İşgal İstanbul'unda Tehcir Yargılamaları

Ben büyükbabamı en son gördüğümde 9 yaşındaydım. 1980 yılında ihtilal olmuş ve babamın tayini Gaziantep'e çıkmıştı. Biz o zaman Bitlis'in Mutki ilçesinde oturuyorduk. Memleketten (Bitlis'ten) ayrılmadan önce veda etmek için akrabaları dolaştık. Bu arada büyük babamı da görmüştük. Dedem, ağabeyim ve beni yanına çağırmış ve konuşmaya çalışıyordu. Çok yaşlıydı o zaman tahminim 90 yaşlarındaydı. Zaten bu görüşmeden 2 yıl kadar sonrada vefat etti.
Bu sırada bize bir şeyler  soruyordu. Bunlar arasında "mişmiş nedir?", "heyır nedir?" soruları hatırımda kalmıştı ve biz bunların ne olduğunu bilememiştik.

Gaziantep'e yerleşince bu kelimelerin ne anlama geldiğini öğrenebildik. Meğer bu yörede kayısıya mişmiş, incire heyır deniyormuş. Ama ben bu kelimelerin ne anlama geldiğini öğrenmiş olsam da ancak yıllarca sonra bu kelimeleri dedemin nereden bildiğini anlayabildim. Meğer 1915 olayları sırasında Bitlis Ruslar ve Ermeniler tarafından ele geçirilince dedem ve ailesi ( diğer tüm halkın yaptığı gibi) kaçmak zorunda kalıyorlar ve Gaziantep civarına geliyorlar. Ancak bunu tüm kardeşler başaramıyor. Yedi erkek kardeşin dördünden hiç bir şekilde bir daha haber alamıyorlar. Diğer kardeşler yıllar sonra birbirlerini bulabiliyorlar.


*****

2 Haziran 2016 yılında Alman meclisinin 1915 olaylarını soykırım olarak tanıması kararı bana Sadrazam Talat Paşa cinayetini ve alman mahkemelerinin bir katili nasıl akladığını hatırlattı.

Takvimler 15 Mart 1921 i gösterdiğinde eski sadrazam ve İttihat Terakki Cemiyeti kurucularından Talat Paşa, Berlin'de Solomon Tehliryan isimli bir ermeni tarafından sırtından vurularak öldürülmüştü.


Tehliryan cinayet sonrası
yakalandı ve mahkeme önüne çıkarıldı. Alman ceza kanununun 21. maddesi şöyle diyordu; "Adam öldüren kişi, eğer öldürme fiilini kasten yerine getirdiyse cinayet suçundan ölüm cezasına çarptırılır". Tehliryan açısından en iyi ihtimal "cinayette kasıt bulunmuyor veya ağır tahrik unsurları bulunuyor"  sonucuna varılsa dahi kendisinin 6 aydan az olmamak kaydıyla ağır cezaya çarptırılması gerekiyordu. Mahkemede sadece ermeni iddiaları lehinde şahitlik edenlere söz verildi, paşanın eşine dahi şahitlik yaptırılmayarak Tehliryan beraat ettirildi.


Mahkeme, bu kararla sanığın, suçu aile fertlerinin öldürülmesinin intikamını almak amacıyla işlenmiş bu cinayeti ahlaki gösteriyordu. Cürmün kişisel önemini vurguladığından, suikastın örgütlü yönü göz ardı edilmiş ve bunun sonucu olarak Ermeni terör örgütlerinin işleyeceği diğer cinayetlerin önü açılmıştır.



Talat Paşa'nın Berlin'de çektirdiği son fotoğraflardan biri

Bu davadan yaklaşık 2 yıl öncede işgal altındaki İstanbul'da yine ermeni olayları nedeniyle işgal güçlerinin dayatmasıyla sıkıyönetim mahkemeleri kurulmuş, onlarca insan tutuklanmış, savunma yapmalarına izin verilmemiş ve acımasızca cezalandırılmışlardır. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey bu mahkemelerde verilen kararlar neticesinde asılarak şehit edilmiştir.


Nihayetinde her iki mahkemede de bana göre hukuk cinayetleri işlenmiş ve hem hukuk tarihine hemde bu ülkelerin yüzlerine kara bir leke olarak sürülmüştür. Bu vak'alar "belkide yapılıyordur bilemiyorum" hukuk fakültelerinde öğrencilere okutulabilecek ders niteliğinde ibretlik duruşmalardır.


Kimine göre soykırım ama bir meşru müdafaa olan "tehcir kanunu" Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın sadarete sunduğu tezkerenin 1 Haziran 1915 tarihinde yürürlüğe girmesi ile başladı ve 15 mart 1916 tarihine kadar sürdü.

Tehcir sırasında ne kadar Ermeni'nin hayatını kaybettiği tarihçiler arasında tartışmalıdır. Bu konuda çok farklı fikirler bulunmaktadır. Kimi tarihçilere göre ölen Ermeni sayısı 300, kimine göre ise 1 milyondur. Hatta bu sayıyı 2 milyona kadar çıkaranlar vardır. Tarihçi Kamuran Gürün, 1919 yılında Paris Konferansı'nda Ermeni delegelerin bu sayıyı önce 300 bin olarak ifade ettikleri fakat hemen sonra sayıyı 900 bine çıkardıklarını söyler.

Hatta Ermeni tarihçiler sonradan bu sayıyı 2.5 milyona kadar çıkardılar.

Osmanlı nüfus sayım istatistiklerine göre de tehcir öncesi Ermeni nüfusu 1.3 milyon civarındadır. Talat Paşa'nın defterinde ise sevk edilen Ermenilerin sayısı 924.158 dir.
Talat Paşa Hükümeti 8 şubat 1918 tarihinde sevk edilenlere ait gayrimenkullerin tasarruf hakkının yeniden kendilerine verilmesi yönünde bir karar almıştır. 1920 yılı itibari ile geriye dönen Rum ve Ermeni sayısı 350.000 e yaklaşacaktır. Feridun ATA'nın "Tehcir yargılamaları" kitabında 350 bin sayısının ne kadarının Ermeni ne kadarının Rum olduğu ayrımına gidilmemiş. 200 bin kişinin Ermeni olduğu kabul etsek bile 1920 tarihi itibari ile geri dönüş yapmayan Ermeni sayısı 700 bin civarında olacaktır. Kaldı ki özellikle Ruslarla birlikte geri çekilen ve Suriye civarında kalan Ermenileri de düşündüğümüz vakit hayatını kaybeden Ermeni sayısı çok daha aşağılara düşüyor.

Oysa Ermeniler tarafından öldürülen Müslümanların sayısı 580.000 dir ve ismen Osmanlı belgelerinde yer almaktadır.                                                                


Talat Paşa'nın defterinden sevk olunan Ermeni Sayısı
Ermenilerin askeri sebeplerle başka bölgelere tehcir edilmeleri sırasında görevini kötüye kullananlar, verilen talimatlara uymayarak yanlış iş yapanlar ve "Terkedilmiş Mallar"işlerinde vazifelerine dikkat etmeyenler hakkında soruşturmalar açılmıştır. Belgelere göre, 1915 ve 1916’da 1.673 kişi Ermenilere karşı suç işledikleri için tutuklanmış ve Osmanlı askerî mahkemeleri tarafından yargılanmıştır. Bunlardan 67’si idam edilmiş, 524’ü de çeşitli suçlardan dolayı hapse atılmıştır. Ayrıca 68 kişi ağır işlerde çalışmaya mahkûm edilmiştir. Bu yargılamalar ve verilen cezalar Osmanlı devletinin Ermenileri gidecekleri yere varana kadar koruma isteğinin bir kanıtı olarak görülmelidir. 

*******

1915 olaylarını uzun yıllardır hem biz hemde uluslararası kamuoyu tartışıyor. Ancak bu konuda Türk araştırmacıların kamuoyunu ikna edebildiğini söylemek mümkün değil. Sanırım bu saatten sonra olayın boyutu artık bilimsel platformdan çıkmış siyasi bir olay ve baskı aracına dönüşmüştür.

Olayların soykırım olduğu yönünd
e yurt içindede azımsanamayacak sayıda fikir beyan eden bulunuyor. Aykırı veya entelektüel olmanın şartının tüm değerleri yok etmekten geçtiğine inanan, 
Türk tezlerini bırakın kabul etmeyi dinlemek bile istemeyen, arşivlere değilde bu konuda taraflı yayınlara bütünüyle inanan, olayların nedenlerinin söylenmesine bile tahammül edemeyen bir kısım yazar çizer oluştu.

Benim bu grupta gördüğüm ortak davranış şekli olaylar sonucunda ne kadar insanın veya bu insanların nasıl öldüğünün sürekli anlatılması, yaşanılan acıların ön planda tutulması şeklinde duygusal bir baskı oluşturulmaya çalışılması. Hiç birisi tehcire giden basamaklardan ya da bu olaylarda planlı olarak Ermenilerin yaptığı katliamlardan ve isimleri kayıtlı öldürülen 500 binin üzerindeki Müslümandan bahsetmek istemiyor.


Ermenilerin yaptığı katliamlara veya tehcire yönelik yüzlerce belge okumama rağmen Osmanlı'nın soykırım yaptığını gösterir tek bir belge görmedim, göremedim. Benim soykırım savunucularından beklediğim aşağıda eklediğim gibi bir belgedir. Yoksa acıların yaşandığını, ölümlerin olduğu, insanların memleketlerinden koparıldığını hepimiz biliyoruz kabul ediyoruz.






Telgraf, özetle Osmanlı askerinin çekilmesinden sonra Ermeniler tarafından Kınalı ve Karahaç karargahlarında toplanan 7060 müslümanın yakılmak suretiyle öldürülmesini Dahiliye Nezaretine bildiriyor. Hatta devamında yapılan kötü muamelelerinde İngiliz kumandanlarının bilgisi dahilinde yapıldığından bahsediyor.
Bunun gibi onlarca yüzlerce belgeyi arşivlerde veya internet ortamında bulabilmek mümkün.
Soykırım yalanını destekleyebilecek belgelerin saklandığı veya yok edildiği de çok sık iddia ediliyor bu tezin savunucuları tarafından.
Hukukun en temel kurallarından biriside "müddei iddiasını ispatlamakla mükelleftir". Yani soykırım savunucuları yukarıda verdiğim belge gibi gerçek verilerle Türklerin soykırım yaptıklarını ispat etmek zorundadırlar.  Ancak Malta yargılamalarında muhipleri İngiliz ve Amerikalıların dahi bulamadıkları kanıtları bulabileceklerini sanmıyorum.  


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kaynak;
1. Murat Bardakçı                   Talat Paşa'nın Evrak-ı Metrukesi
2.Taha Akyol                           Felaket Yıllarında Osmanlı ve Ermeniler
3. Feridun Ata                          İşgal İstanbul'unda Tehcir Yargılanmaları
4. Bilal N. Şimşir                     Malta Sürgünleri
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Devamını Oku »

4 Temmuz 2016 Pazartesi

Sümerli Ludingirra

Dünya Sümerologları sonunda derin bir nefes aldılar. Tam olmasa bile artık istediklerini elde etmiş saydılar kendilerini. Kolay değildi yüz yıldan beri bir iz peşinde koşmak. Bu izi sürmek hem çok zor, zor olduğu kadar ilginç, hem de pek uzun süreli idi. Bunu başlatan 10-15 cm büyüklüğünde her iki tarafı sütunlara ayrılmış araları çivi yazısı denilen kargacık burgacık yazılarla dolu bazı yerleri kırık bir kil parçasından ibaretti. Neydi bunun özelliği. Bilim adamları neden bunu bu kadar önemsemişti.
Bu kil parçası bundan yüz yıl önce Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Mezopotamya denilen toprakların güneyinde bulunmuştu. Daha önce bulunan belgelerden Mezopotamya'nın güneyinde bir Sümer ülkesi olduğu öğrenilmişti. Öyle ise bu tablet o ülkede yaşayan sümerlilere aitti ve onların dilinde yazılmış olmalıydı. Bunu okumaya çalışanlar önceki bilgilere dayanarak bazı ipuçları buldular. Onlara göre bu tablette bir sümerlinin anıları yazılmış gibiydi. Bu doğru olabilir miydi? Binlerce yıl önce insanlar anılarını yazabilir miydi?

BU ÖYĶÜLERİ NEDEN YAZIYORUM

Ben bir Sümerli öğretmen, şair ve yazarım. Yaşım yetmişbeşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım çoktan; fakat şairlik ve yazarlığım ölünceye kadar devam edecek herhalde.
Bu yaşam öykümü daha çok gelecek kuşaklar için yazmaya başladım. Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.
Bu güzel ve uygar ülkemize her taraftan göz diktiler. Göklere uzanan basamaklı kilerlerimizin, görkemli tapınaklarımızın arı gibi işleyen çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, bol ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, her türlü bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı bizi kıskandı. Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar. Biz yaptık, onlar yıktılar, biz yaptık onlar yaktılar. Halkımız hatta krallarımız tutsak oldu. Ailelerimiz dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsızlıktan kurudu, hayvanlarımız açlıktan öldü ve böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulusumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve içimize yavaş yavaş sızın bizi yiyen yabancıların kucağına bırakıverdi kendini. Onlar yönetiyor bizi şimdi. Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonrada "biz bulduk, biz yaptık" diye övünmeye başladılar. Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımızda uygarlığımızda unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.
Bu durum beni yıllardan berı üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün birden bire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşam öykümü yazmaya karar verdim. Böylece her tarafa, herkese, her çağa ulaşacağımı umut ediyorum.
Çocukluğumdan bugüne tüm yaşantımı anımsamanın, ulusumuzun binlerce yıllık geçmişini çıkarıp hepsini bir araya toplamanın pek kolay olmayacağını tahmin edersiniz herhalde. Fakat ben bu yaşa kadar bir çok olaya tanık oldum. Arşiv ve kitaplıklarda araştırma yaptım. Büyüklerimden, çevremden bilgiler topladım. Şimdi bu biriken bilgiler ışığında, yaşamıma ait hatırlayabildiğim anılarımla birlikte ulusumuzun başından geçen acı tatlı olayları, gelenek ve göreneklerimizi, inançlarımızı, tanrılaŕımızı size tanıtmaya çalışacağım. Şiirlerimizden, destanlarımızdan, masallarımızdan örnekler vereceğim. Bunları, sizi sıkmadan okutabilirsem ne mutlu bana.
Bizim uygarlığımız belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır. Ah! Onlarda bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler!..

.......


Evet yukarıda okuduğunuz satırlar 4000 bin yıl öncesinden günümüze geliyor. Satırların sahibi Nippur'lu bir ögretmen, şair ve döneminin yazarlarından Sümerli Ludingirra.


Yanlış okumadınız ve bende yanlış yazmadım tam 4000 yıl öncesinde kil üzerine dökülmüş bu cümleler. Hayret etmemek elde değil. Hele ki kendi hayatlarımıza dair çok değil 10-15 yıl öncesine ait yazı çizgi pek bir şeyler bulmanın düşük olasılığını düşününce bu tabletlerin değeri anlaşılabiliyor.


Devamını Oku »