29 Aralık 2018 Cumartesi

Bilge Leo Mozaiği


  Birkaç ay önce rehber eşliğinde Kariye Müzesi'ni gezmiştim. Gezenler bilir; bu kilise özellikle iç ve dış narteksinde bulunan mozaikler açısından çok zengindir. Müzede yaklaşık bir saat geçirmiştik ve rehber bu sürenin çok büyük kısmında müzedeki mozaikleri anlatmıştı. İlk defa o gün, her mozaiğin bir hikayesinin olduğunun farkına vardım diyebilirim. Bu müzeyi daha önce iki defa ziyaret etmiş olduğum halde bütün bu mozaiklere gözümün ucuyla şöyle hızlıca bakmış, daha çok mimari yapıyı anlamaya çalışmıştım. Halbuki yapılar, mimari değerlerini iç tezyinatlarıyla birlikte tamamlıyorlar ve bu değeri anlamanın yolu yapıya bütüncül bakmaktan geçiyor.

   Kariye Kilisesi'nin mimarisi Ayasofya ile mukayese edilemez olsa da;bana göre süslemeleri (mozaik, ikona vb.) Ayasofya'nın çok ötesindedir. Ayasofya'da ise iç mekan, mimari, kullanılan malzeme o kadar etkileyicidir ki görkemli süslemelere de etkileyici bir dış yapıya da ihtiyaç yoktur. Bunu şunun için söylüyorum; Kariye Müzesi'ndeki süslemelerin güzelliği, gayet sıradan olan bir Bizans Kilisesi'ni kendinden bahsedilir kılar, ön plana çıkarır. Mimari açıdan Ayasofya kadar etkileyici olmayan bu kiliseyi, sahip olduğu mozaik ve ikonlar olağanüstü etkileyici yapar.

  Çok basitçe tanımlamak gerekirse mozaik; taş, cam, mermer gibi parçaların belli tekniklerle dizilmesi ile oluşturulan resimler. Mozaik taşları, bir araya gelerek bir kompozisyon oluştururlar. Bazı mozaiklerde figürlü betimlemeler gözlemlenirken, bazılarında ise sadece geometrik süslemeler görülür. İç mekan süslemelerinde mozaiğin yanında fresko tekniği de kullanılmış. Fresko ise ıslak sıva üzerine yapılan sulu boya resim tekniği olarak tanımlanabilir. Anladığım kadarıyla mozaik çok daha zor ve pahalı, büyük emek, sabır ve zaman isteyen bir uygulama ancak çok daha uzun ömürlü. Dış etkenlerden, özellikle de nemden etkilenmesi daha zor. Dolayısıyla; bir resmin çok uzun süre - yüzyıllardan bahsediyorum - kalıcı olması isteniyorsa, mozaik uygulanabilecek en iyi tekniklerden biri olurdu sanırım. Figürler ve renkler taşlardan oluştuğu için oluşabilecek her türlü etkiye veya aşınmaya rağmen; renkler kaybolmuyor belki de taş yok olana kadar resim de yaşıyor. Yine Kariye Müzesi'nde bu iki tekniği yan yana görme şansınız var. Freskolar çok büyük zarar görmüş olmasına rağmen mozaikler sapasağlam yerinde duruyor.

  Bir mozaiğin değerini sanatçının el becerisinin yanında doğal olarak kullandığı malzeme de etkilemiş. İlk zamanlarda malzeme olarak çakıl taşı kullanılsa da özellikle Hellenistik Çağ'da çakıl taşına ek olarak mermer ve cam da kullanılmış. Özellikle camların boyanmaya başlanması mozaik sanatında muhteşem eserlerin çıkmasına olanak vermiş. Daha sonraları ise işin boyutu iyice gelişmiş; malzeme olarak altın ve gümüş de kullanılmaya başlanmış. Modern zamanın fotoğraf kalitesini belirleyen piksel sayısı gibi mozaikte de kullanılan parçaların sayısı duyguları, renk geçişlerini daha iyi ifade edebilmek için önemli olmuş. Kullanılan parçaların büyüklükleri birkaç milimetreye kadar düşürülebilmiş. Bazı tasvirler o kadar gerçekçi yapılmış ki bu mozaiklerde resmedilen insanların hangi ruh hali içinde olduğunu dahi anlayabiliyorsunuz.


Pantakrator İsa . Kariye Müzesi

Meryem’in Ölümü (koimesis) sahnesi. Kariye Müzesi

Gizemli bakışlarıyla Çingene Kızı mozaiği. Zeugma Antik Kenti

  Mozaik sanatı antik çağdan beri süregelmesine rağmen Roma ve özellikle Bizans ile özdeşleşmiş gibi bir izlenim veriyor insana. Pek bilimsel olmayabilir ama hep dediğim bir şey var "Tarih Sümer'le başlamış olabilir fakat medeniyet Roma ile başlamıştır". Bunu neden mi söylüyorum? Çünkü çoğu mimari formda (diğer bilimlerden bahsetmiyorum bile) olduğu gibi mozaik de Roma'da sık görülmeye başlamış ve yeni tekniklerle birlikte altın çağını yaşamış. Zeugma antik kenti buna çok güzel bir örnek. Buradaki mozaiklerin geçmişi M.Ö. 300'lere dayanır. Gaziantep Arkeoloji Müzesi'nde ki Zeugma Antik Kentinden çıkan mozaikler görülmeye değerdir. Sanatçılar bu mozaiklere insan, hayvan, bitki figürlerini, günlük hayattan kesitleri, mitolojik kahramanları, efsaneleri, tanrıları, kahramanların başlarından geçen olayları, dini motifleri çokça işlemişler. Erken dönem Roma mimarisinde mozaik, şehir kaldırımlarında, evlerin taban süslemelerinde, meydanlarda kullanılmış. Yaygın olarak taban süslemeleri için tercih ediliyormuş. Ancak bütün bu yaygın kullanımına rağmen mozaiğin Bizans ile özdeşleşmesinin nedeni, antik dönemde yer döşemesi olarak bilinen bu tekniğin Bizans döneminde duvar ve tavanda da kullanılarak daha zengin bir hale getirilmesi olsa gerek.

  Hristiyanlık ile birlikte ise dini motifler ön plana çıkmış ve Bizans'lılar Kilise duvarlarına dini sahneleri mozaik usulüyle resmetmiş. Bizans, mozaiğe çok önem vermiş ve bu da gösterişli ve zengin görünümlü mozaiklerin yapılmasına neden olmuş. Başkentte mozaik okullarının açılması ve mozaik ustalarının vergiden muaf tutulması da Bizans’ın mozaiğe verdiği değerin bir başka göstergesidir. Duvar mozaiğinin yaygın kullanımı, renkli camın, altının, gümüşün mozaik içinde yer alması bu dönemin tipik özelliği olmuş. İstanbul’da ki Ayasofya, Kariye gibi, sonradan cami ve müze haline getirilen kiliselerde dünyanın en güzel mozaikleri olduğu söyleniyor. Bizans mozaiklerinde işlenen konu genelde Tanrı çıkışlı olarak Hristiyanlık sanatı ile ilgili ikonografik sahneler çerçevesinde dönüyor. Sanatçılar, mozaikler ile Hristiyanlığın bütün hikayesini o zamanın insanlarına -ki çoğu okuma yazma bilmiyordu- resim üzerinden anlatabilmişlerdi. Kariye Müzesi mozaik ve ikonalarında hristiyanlığın neredeyse tüm hikayesini görebilirsiniz.

Aya İrini apsisindeki haç figürü
  Gelgelelim yasakların doruk noktasına ulaştığı ve yaklaşık 120 yıl süren İkonaklast Dönem’de (726-843), Bizans sanatının genelinde görülen tahribat kendini mozaik alanında da göstermiş. Yasaklanan figürsel yaklaşım yerini dekoratif ögelere bırakmış. İkonaklast akımların etkisini hissettirdiği dönemde, kiliselerde tahrip edilen figürlü resimlerin ve Hristiyan suretlerinin yerine, eski süsleme geleneklerini sürdüren motifler ve yalın haç biçimleri yapılmış; bu dönem sona erdikten sonra kaldırılan resimlerin yerine yenilerini yapmak mümkün olmamış ve özellikle birçok haç biçimleri oldukları gibi bırakılmış. İkonaklast dönemini sembolleştirmek gerekirse; haç, döneme damgasını vuran figür olmuş denilebilir. Bu dönemin mozaik donanımıyla yapılan en önemli haç figürü Aya İrini’de bulunuyor. Ayasofya’da VI. Yüzyılda yapılan orijinal tavan mozaiklerinin bitkisel ve geometrik motifli olanları günümüze kadar ulaşmış, ancak Aya İrini'deki tasvirli mozaikler ikonaklazma akımının bitiminden sonra yapılmış.

  Mozaiklerde gördüğümüz tasvirler arasında Deisis, Koemesis, Anastasis, Pantaktaror, Diriliş, Mahşer veya Son Duruşma sahneleri sayılabilir. Bunlar içinden "Pantakrator" tasviri Ortodoks dünyasında en çok rastlanan ikona figürü. "Pantakrator İsa Tasviri'ndeki" Pantokrator kavramı Grekçe Pan; (herşey) ve Afrakrator (hükmeden) kelimelerinden oluşmuş. Birleşince her şeye gücü yeten, evrenin hakimi anlamına geliyor. Hem kariye hem de Ayasofya'da Pantakrator İsa tasvirlerini görmek mümkün.

  Yazımın başında her mozaiğin bir hikayesi olduğunu söylemiştim. İşte bu mozaiklerden birisi olan ve Ayasofya iç narteksinde bulunan Bilge Leo (Leo VI) mozaiğinden biraz bahsetmek istiyorum.


  İmparator Kapısı'nın üzerindeki geçme tonoz aylamasında yer alan mozaik, Bizans Enstitüsü'nün 1932'de başlattığı restorasyon projesinde ortaya çıkarılmış. Bu mozaik, İsa'yı mücevherlerle süslü bir tahtta otururken gösterir, İsa'nın ayaklarının altında ise bir tabure durur. Sağ elini takdis eder biçimde kaldırmıştır ve sol elinde, üzerinde "Barış seninle olsun, ben Dünya'nın Işığı'yım " yazan sayfaları açık bir İncil tutmaktadır (Pantakrator İsa Tasviri).
Sağ tarafta madalyon içerisinde baş melek Cebrail (Gabriel), sol tarafta ise madalyon içerisinde Hz.Meryem tasvir edilmiş. İsa'nın ayakları dibinde ona secde eder durumda Doğu Roma İmparatorlarından VI. Leo ( 816- 912) yer almaktadır. Mozaik tasvir 10. yüzyıla tarihleniyor.

Bilge Leo (Leo The Wise) Mozaiği. Pantakrator İsa, Meryem Ana,
Cebrail ve İmparator 6. Leo


Pantakrator figüründe İsa'nın başında hale vardır. Halenin bir yanında IC diğer yanında XC harfleri bulunuyor. Bu harfler Yunanca'da "İsa Mesih" anlamına gelen kelimelerin (Ihcoyc Xpıctoc) ilk ve son harfleri.
Sol elde açık veya kapalı olarak duran bir kitap bulunur, sağ eli ise takdis edecek biçimde kıvrılır.
Sanıyorum sanatçı resme derinlik katabilmek maksadıyla İsa'nın ayaklarını vücuduna oranla daha büyük yapmış ve baş kısmından daha önde bir görünüm kazandırmış. Bu şekilde mozaik seyredene derinliği olan üç boyutlu bir görüntü veriyor.

İmparator VI. Leo ise bu tasvirde  İsa'nın ayaklarına kapanmış ve ellerini açarak sanki af diliyormuşcasına resmedilmiş. Benim görebildiğim diğer mozaiklerde resmedilen imparatorların hiçbiri bu şekilde Meryem Ana veya İsa'nın ayaklarına eğilmiş vaziyette tasvir edilmemiş. Diğer taraftan imparatorun yüz ifadesine ( mozaik ustasının ne kadar başarılı olduğuna bir kanıt) dikkat edildiği vakit sanki suç işlemiş ve bunun için af dileyen bir insan görüntüsü de mevcut.

  Yani hem bir imparatorun secde eder vaziyette hem de bu yüz ifadesiyle imparatorluğun en büyük kilisesinde ana girişin üstüne resmedilmesi normal olmasa gerek. Belki evlilikleri, metresleri ve gayrimeşru çocuğuyla kilise ile arası iyi olmayan imparatorun kilise ile arasını düzletme çabasıdır. Ya da imparator bile olsa kilise kurallarının herkes için geçerli olduğunun herkese gösterilmesidir. Mozaiğin imparatorun sağlığında mı yoksa öldükten sonra mı yapıldığı bilinmez.

  Bilge Leo (Leo VI) tahta geçtiğinde 20 yaşındadır. İmparator, sevdiği kadınla değil, Theofano Martiniake'yle evlenmiştir. Esas sevdiği ise metresi Zoe Zautzina'dır. Theofano bir erkek evlat doğuramadığı gibi, aşırı dindardır ve uyku dışında bütün hayatını dua ederek geçirir. İmparatoru yanına bile yaklaştırmaz. Oysa taht için bir varis gereklidir. Henüz çok genç olsa da, imparatorun bu durumda çocuk sahibi olması mümkün değildir. İmparatoriçe Theofano, 897'de bir gece ansızın ölür. Bunun üzerine imparator metresi Zoe Zautzina'yı sürgünden geri çağırır ve ertesi yıl evlenirler. Büyük bir talihsizlik eseri Zoe de bir yıl sonra ölür. İmparatorun hala bir erkek evladı yoktur ve acelesi vardır. 900 yılının yazında, bu defa Frikyalı Evdokya Baina'yla evlenir. Ancak bir erkeğin üçüncü defa evlenmesi kilise kurallarına aykırıdır. Kaldı ki imparator, beş sene önce yayınladığı bir emirnameyle üçüncü defa evlenmenin yasak olduğunu bizzat buyurmuştur. Yine de kilise, erkek çocuk sahibi olması gerektiği için imparatorun üçüncü evliliğine çok karşı çıkmaz. Fakat aksilik yeni imparatoriçe de bir yıl sonra ölür.

  Dördüncü defa evlenmesinin çok riskli ve büyük tartışmalara neden olacağını bilen imparator, bu defa çok güzel bir kadın olan Zoe Karbonopsina'yı metres edinir. Nihayet, 905 yılında, imparator isteğine kavuşur ve metresi ona bir erkek çocuk doğurur. Konstantin ismi konulan çocuğa tahtın yolunu açmak için, bir formül bulmak gerekmektedir. Patrik Nikolas Mistykos, imparatora, Zoe'yu terk etmesi kaydıyla çocuğu vaftiz edeceğini söyler, böylece çocuk meşruiyet kazanacaktır. İmparator kabul eder ancak vaftiz töreninden üç gün sonra Zoe'yle evlenir ve onu imparatoriçe ilan eder.

  İmparator tarafından oynanan bu oyun kilise ile imparatorun arasını açar ve patrik imparatorun kiliseye girmesini yasaklar. Leo buna çok kızar. Bunun üzerine beklenmedik bir şey yaparak Roma'da Papa III.Setgius'tan evlenmek için özel izin ister ve bu isteği hemen kabul edilir. Bu izinden sonra kendisine karşı çıkan patriği affetmeyen imparator, onu zorlayarak istifa ettirir, sürgüne gönderir.

  Bizlere garip geliyor fakat IV. Leo, imparator dahi olsa hayatını istediği gibi yaşayamamış, istediğini yapamamış, yapsa bile bedel ödemek sorunda kalmış ve sürekli olarak babasıyla, kiliseyle çatışmış.
İmparator, bu sorunlu özel hayatından ve sürekli olarak kilise ile çatışmasından dolayı Bizans tarihinde yeterince kendine yer bulamamış olabilir.

  İmparator IV. Leo, çok iyi eğitim görmüş, gerçek bir entelektüel, akademisyen ve esasında I. Jüstünyen'den bu yana en büyük kanun koyucu olmuş ve bir novella yazmış. Bu novella 113 emirnameden oluşur ve bu kanunlarda vazgeçilmeyen husus, hükümdar ve onun yetkileriyle ilgilidir. Temel hükümlere göre, hükümdar Tanrı'nın seçtiği kişidir. Verdiği hükümlere kimsenin itiraz etme hakkı yoktur. Hükümdarın yetkisinin sınırlandığı tek yer kilisedir. İmparator, kilisenin başına atanacak kişi konusunda mutlak yetkilidir, ancak o, kilisenin sadece koruyucusudur, başkanı değildir. İşte bu kısım imparatoru evlilikleriyle ilgili konuda çok sıkıntıya düşürmüş ve kiliseyle çatışmış.

  Tüm bu sıkıntılı hayat içinde dahi IV. Leo, gerek kanunnameler gerekse askeri konuları kapsayan bir eser dahi (Taktika) yazabilmiş. 26 yıl tahtta kalan imparator henüz 46 yaşındayken hastalanır ve 912 yılında ölür.

Theophano Martiniake (wife of Leo VI the Wise)
.
.
.


  Roma Dönemi’nde altın çağını yaşayan bu sanat, Bizans İmparatorluğu’nun tarih sayfasından kalkmasıyla birlikte sona yaklaşmış maalesef. Bu sanatın en güzel örneklerini İstanbul'da Kariye, Ayasofya ve Büyük Saray Mozaikleri müzesinde görebilirsiniz. Özellikle üstlerinin tekrar kapatılma ihtimalinin olduğunu düşündüğüm Ayasofya mozaiklerinin mutlaka görülmesi gerekiyor.

.........................................................

Kaynaklar;
İstanbul'un Bizans Anıtları       John Freely-Ahmet S. Çakmak
Bizans İmparatorluğu Tarihi     Radi Dikici

***************************

*Bizans yapılarını gezerken sütun başları üzerindeki mühürler dikkatimi çeker. Bana çok gizemli gelen bir konudur. Acaba kimindir o mühür? Yaptıranın mı yoksa yapanın mıdır? O mührü oraya kazırken ne hissediyordu ne düşünüyordu kazıyan?
Ayasofya'yı gezerken sütunlar üzerinde bu değerli mühürleri görmeniz. Bir yazıda da bunlardan bahsetmek iyi bir fikir olabilir.

Ayasofya'dan sütun başlıklarındaki mühürler
Devamını Oku »

13 Temmuz 2018 Cuma

Strabon

Yolu Kadıköy'e düşmüş hemen hemen herkesin uğradığı, belki biraz oturup soluklandığı belki verilen buluşma saatini beklediği Mühürdar Meydanı vardır. Ben de bu meydandan çok kez geçtiğim halde meydandaki küçük timsah heykeline dikkat etmemiş dolayısıyla neyi ifade ettiğini daha önce hiç sorgulamamıştım. Ta ki bu küçük timsah heykeline dikkat edene ve üzerinde durduğu mermer bloktaki yazılanları okuyana dek.

Mermer blokta şunlar yazıyor;
"Pontos'un ağzında Megara'lılar tarafından tarafından kurulmuş olan Khalkedon ve bir köy olan Khrysopolis ve Khalkedon'lar Tapınağı bulunur; ve denizden biraz içeride içinde küçük timsahların beslendiği bir pınar vardır.
Coğrafya Anadolu Kitap XII
Strabon M.Ö. 63 - M.S. 21 "

Resim 1. Kadıköy Mühürdar Meydanı'nda bulunan timsah heykeli ve
Strabon'un Coğrafyası'ndan yapılan alıntının yazıldığı mermer blok
Bu satırları okuyup altındaki Strabon ismini de görünce insan ister istemez kimdir bu satırların sahibi ve neyi anlatıyor diye merak ediyor. İnternet üzeriden biraz sorgulayınca, bana bu kadar yabancı olan ismin aslında coğrafya ve tarih bilimi için çok önemli bir bilim insanı olduğu anlaşılıyor.

Resim 2.



Mermer üzerindeki yazı, piyasada halen basımı bulunan "Antik Anadolu Coğrafyası Kitap:XII-XIII-XIV - Strabon-Geographika" isimli yayından alıntılanmış. Kitap, Arkeoloji Sanat Yayınları'ndan
çıkmış. Prof. Adnan Pekman tarafından Grekçe aslından ve yabancı dillerdeki çevirileri de göz önünde tutularak Türkçe'ye çevrilmiş. Sanıyorum ki ülkemizin tarihi coğrafyasını ve arkeolojisini incelerken başvurulan antik kaynakların başında Strabon'un bu eseri geliyor. Kitap girişinde Strabon hakkında genel bir bilgi ile birlikte günümüze ulaşan antik kaynaklardan özellikle Anadolu ve Trakya ile ilgili olanlardan bahsediliyor. İncelemeye değer bir liste gerçekten. Bu kaynaklar arasında hemen kitabın girişinde bir parçasını verdikleri Genç Plinius'un Bithynia Valisi'yken Anadolu'dan Roma'ya, İmparator Traianus'a yazdığı mektuplardan birisi de var (X,98). Diğerlerinde olduğu gibi imparatorun, Plinius'un bu mektubuna verdiği cevap da (X,99) bulunuyor. Bana çok ilgi çekici geldiği için bu mektup ve cevabını buraya da yazmak istedim.

Genç Plinius'un talebi;
"Amastris'in (çok iyi planlanmış ve bakımlı bir kent) başlıca özelliklerinden biri çok güzel, uzun bir caddedir. Bu cadde boyunca adına dere denilen, ancak berbat bir lağımdan farksız olan bir su akmaktadır. Görünüşü ne kadar kötüyse, yaydığı kokular da o kadar sağlığa zararlıdır. Halk sağlığı kadar şehrin güzelliği de bu suyun üzerinin kapatılmasını gerektirmektedir; ve izniniz olursa, bu iş yapılacaktır. Bu kadar önemli bir işte, para sıkıntısının çekilmeyeceğini görüyorum."

İmparator'un cevabı;
"Amastris kentinin sağlığına zarar verecek bu suyun örtülmesi için her türlü neden mevcut, Sevgili Plinius. Her zamanki becerikliliğinizle bu işin yapılması için gerekli parayı sağlayacağınızdan eminim".

2000 sene öncesinden gelen bu mektup hayret uyandırıyor gerçekten. Bugünün Amasra'sı ile ilgili bu konuda Genç Plinius ne yaptı acaba? İmparator hem para göndermedi hem de işin yapılmasını gayet diplomatik ifade etti :). En azından bu mektubun sonunda ne olduğunu bu kitapta görme şansınız bulunuyor.


Resim 3. Bir 16. yy gravüründe Strabon-
Coğfaryacı, Filozof, Tarihci
Strabon, M.Ö. 64 veya 63 yıllarında Pontos'ta Amaseia ( bugünkü Amasya şehrimiz) kentinde doğmuş. Varlıklı bir aileden olduğu için iyi bir öğrenim görebilmiş ve istediği kadar gezmek olanağına sahip olmuş. Eğitiminin bir kısmını da Roma'da almış ve buraya Korint üzerinden geçmiş. Aslında gezilerine bir anlamda böylece başlamış olmuş.  M.Ö. 44 yılında Roma'ya yaptığı ilk geziden sonra birçok kereler buraya gitmiş. Mısır, Etiyopya ve daha başka ülkeleri de gezmiş olan Strabon'un yaşamının son yıllarını olasılıkla doğum yeri olan Amasya'da geçirdiği ve M.S. 21 yılında burada öldüğü kabul ediliyor ( İnsan dönüp dolaşıp ait olduğu topraklara dönüyor gibi :) )

Strabon'un 17 kitaptan oluşan Geographika'sı günümüze bütünüyle ulaşabilmiş ve bilinen en eski basımı 1472 'de Venedik'te basılmış. Strabon, bu eserinde, batıda Atlas okyanusu, doğuda Indos Irmağı'yla (İndus Nehri, Pakistan) sınırlanan bütün Eski Çağ dünyasının coğrafyası üzerine bilgiler veriyor.  Strabon'un yaptığı geziler arasında bugünün Kadıköy'üde bulunuyor. Kadıköy ile ilgili verdiği mermer blok üzerindeki bu detay için her ne kadar daha sonra çeviri hatası denilip üzerinde tartışmalar yaşansa da ( doğrusu timsah değilde kertenkele olmalıymış) Kadıköy Belediyesi'nin yazı ile birlikte timsah heykelini oraya koyabilmesi çok güzel bir hareket olmuş. Bana göre bu biraz da tarih bilgisinin ötesinde bulunduğu coğrafyanın her şeyini sahiplenebilme anlamını da taşıyor. Örnek olarak Konstantinopolis şehrinin kurucusu İmparator Konstantin'in bir dönem askeri görevi icabıyla bulunduğu İngiltere York'da ve Sırbistan Niş'te bulunan heykelleri bunun bir kanıtı olarak verilebilir. Henüz böyle bir heykel için memleket ortamı müsait olmasa dahi (varlığı çok kalıcı olmayacaktır) Kadıköy Belediyesi'nin Strabon'u bilip bu küçük timsah heykelini oraya koyabilmesi takdire şayan bir örnek. Umarım bu örnekler çoğalır.

Strabon'un Coğrafya'sına dönecek olursak özellikle Anadolu topraklarından bahsettiği sadece XII,XIII ve XIV. kitapları ilk defa 1987 yılında Türkçe'ye çevrilmiş. Diğer ciltlerinin akademik çalışmalarda kullanıldığını anlıyorum ama çevirisi henüz yapılmamış. Batı dünyasının bu çevirileri 600 yıl öncesinden yaptığını düşünürsek bu işlere olan ilgimiz ve dünyayı ne kadar uzaktan takip ettiğimiz anlaşılabilir.


Resim 4.  Kolomb rotaları
Yeni dünyanın 1492 yılında Cenova'lı kaşif Cristof Kolomb tarafından keşfedilmesinin Strabon'un kitabının ilk basımından sadece 20 yıl sonra olması bana pek tesadüf gibi gelmiyor. Demek ki Avrupalı kaşifler o sıralarda dünyayı anlamaya çalışıyorlar ve ellerindeki tüm kaynakları kullanıyorlar. Peki bu kaşifler uçsuz bucaksız denizlerde bir kara parçasının varlığına inanıyorlar mıydı?
Okyanusun ötesinde kayıp bir kıta olduğuna dair efsaneler antik çağlardan beri anlatılıyormuş aslında. Bunlardan en ünlüsü ilk defa Platon'un bahsettiği Atlantis adasına dair anlatılan efsaneymiş. Platon, efsanede Atlantis'in doğal afetler sonucunda bir gecede okyanusun sularına gömüldüğünü anlatıyor. Atlantis adasının eski çağlarda Herkül sütunları olarak adlandırılan bugünkü Cebelitarık Boğazı'nın ötesinde, okyanusun ortasında olduğuna inanılıyormuş. Strabon'da Atlantis'in varlığına inanan antik çağ filozoflarından birisiymiş. Kolomb'un seferlerine bakıldığında tam da Cebelitarık Boğazı karşısında yapıldığı görülebilir. Rotaların sebebinin kesinlikle bu efsane olduğunu iddia etmek biraz eksik olur sanıyorum :). O zamanlar her ne kadar uygulamada pek başarılı olunamamışsa da sürekli batıya doğru gidilmesiyle Hindistan'a varılacağı biliniyormuş. Ek olarak Kolomb'a destek veren ülkeler bu civardalar. Akıntılar, rüzgarlar, eldeki haritaların söyledikleri. Muhtemelen bunların hepsi yeni dünyaya giden ilk rotaların oluşmasında etkendir.

Resim 5. Coğrafya kitabının 1620 basımı
Strabon, kitaplarında bize Eski Çağ'daki Anadolu'nun yalnızca coğrafyası üzerine değil her bölgeyi anlatırken oranın tarihçesinden de söz ediyor ve adeta övünerek çok gezdiğinden bahsediyor. Gezip gördüğü yerleri şöyle sıralıyor; Doğuda Armenia'ya, batıda Sardinia karşısındaki Tyrrhenia kıyılarına ve kuzeyde Eukseninoas'a (Karadeniz), güneyde Aithiopia'ya kadar. Strabon bu sözlerine ek olarak, coğrafyacılar arasında kendisinin çizmiş olduğu sınırları aşarak, daha fazla gezmiş bir kimsenin bulunamayacağını yazıyor. Strabon'un bütün bu iddialarına karşın büyük bir gezgin olduğu söylenebilir mi emin değilim. Çünkü İtalya gezilerinde Brundisium-Roma, Roma-Neapolis-Puteoli ve Roma-Populonia yol boyunu izlediği ve her gelişinde Roma'da uzun süre oturmadığı anlaşılıyor. Yunanistan'da ise, Korinthos'tan başka bir yere, hatta garip görünmesine karşın Atina'ya dahi gitmemiş. Güneyde Aithiopia sınırına kadar Nil Vadisi'ni gezmiş, doğuda Komana Aureia'da kısa bir süre bulunmuş; Pyramos (Ceyhan) Irmağını, Hierapolis'i (Pamukkale), Nysa'yı (Sultanhisar) ve Ionia'da Ephesos'u(Selçuk) görmüş, Pontos Bölge'sini yakından tanımış; Sinope'ye (Sinop), Kyzikos'a (Erdek) ve Nikaia'yav(İznik) gitmiş; Kilikia ve Karia'da dolaşmış; Mylasa'ya (Milas), Alabanda'ya (Araphisar), Tralles'e(Aydın) ve olasılıkla Synnada'ya (Şuhut), Magnesia'ya (Manisa), Smyrna (İzmir), Eukseninos(Karadeniz) kıyılarına ve Suriye'de Berytos'a (Beyrut) kadar gitmiş.

Strabon muazzam miktardaki coğrafi bilgiyi bir araya getirmek için geniş çapta seyahat ettiğini söylüyor. Bununla birlikte kabul edilen bu bilgilerin çoğunu şimdi kaybedilen ( İskenderiye Kütüphanesi, Strabon Mısır'a gittiğinde henüz yanmamıştı) birçok eski metinlere erişim sağladığı İskenderiye'deki büyük kütüphanede derlemiş olması gerekir. Zaten kendisi de kitabında sık sık seleflerinin ismini anar.

Resim 6.  Strabon'a göre dünya haritası
Resim 7.  Strabon'a göre dünya haritası


Özellikle kendisinin gezdiği bölgelerde haritaların doğruluğunun nedeninin kendi güncel gözlemlerinin sonucu olduğunu sanıyorum. Mesela Nil Vadisini Etyopya sınırına kadar gezdiğini söylüyor "Resim 8" de de görüleceği üzere Nil'in güzergahı oldukça doğru biçimde resmedilmiş. Ancak Etyopya güneyinde kalan kısımlar çizilmemiş. Muhtemelen Strabon daha aşağılara inememiştir.
Benzer bir bölge olarak Karadeniz'in kuzeyini ve Caspian Denizi'ni (Hazar Denizi) gösterebiliriz. Strabon kitabında açıkladığı üzere Karadeniz'in kuzeyini dolaşmış ve gayet detaylı açıklamalarda bulunmuş bu bölgeler için. Bu nedenle Karadeniz civarının haritalamasının da kendi gözlemlerine dayanarak öncellerinden daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum.Yakın bir bölge olduğu halde Caspian Denizi civarına gittiğinden bahsetmiyor. Kendisinin bizzat dolaşmadığı ve muhtemelen öncellerinden yararlanarak çizdiği Hazar Denizi ve civarı Nil Vadisi kadar doğru görünmüyor. Strabon,  "Resim 9" da açıkça görüldüğü üzere Hazar Denizi'ni hem lokasyon olarak epey yanlış konumlandırmış hem de bu gölü sanki açık denizlere bağlantısı varmış gibi göstermiş.

Resim 8. Strabon'a göre Nil Nehri ve günümüz

Resim 9. Strabon'a göre Caspian Sea (Hazar Denizi) ve günümüz
Tüm bunlara rağmen o zamanın bilinen dünyasını anlamaya çalışmak ve herhangi bir teknolojinden yararlanmadan bu kadar geniş bir coğrafyayı haritalayabilmek çok büyük bir başarı.

..................

Tüm uygarlıklar, insanın var oluşu ile birlikte tarihöncesi çağlardan beri meydana gelen kültür birikimleri ve etkileşimleri sonucunda doğmuş. Anadolu uygarlıkları, günümüzden tarihöncesinin en eski evrelerine kadar uzanan bir geçmişe sahip. Üzerinde bin yıldan beri yaşadığımız bu toprakların tarihöncesi çağından günümüze kadar gelen kültür mirasının tümüne başkalarından önce sahip çıkmamız en doğal hakkımız ve bana göre görevimiz.  Toplumun tüm kesimlerinde bu duyarlılığı sağlıyamadıktan sonra da günümüze ulaşan varlıkların korunması, geleceğe aktarılması mümkün olmayacak. Ancak bunu ne kadar içselleştirdiğimiz tartışma götürür. İstanbul surlarının yıkılmasını isteyen siyasetçi ve yerel yönetimde görevli olan bazı yöneticilerin varlığı veya daha birkaç yıl öncesine kadar üniversitelerimizde bir Bizans veya Roma kürsüsünün olmaması bunun sadece açık bir kanıtı olabilir. Uygarlıkları dönemlere ayırarak bunların sadece bazılarını kabullenip diğerlerini görmezlikten gelmek de olanaksız. Bu nedenle Anadolu'nun kültürü ve tarihi ele alındığında, en eski çağlardan başlamak bu incelemenin temel taşlarını oluşturmak gerekiyor. Aksi durumda bir şeylerin eksik kalacağı çok açık. En basit haliyle ben Strabon'un bu kitabında geçen ve hemen kolaylıkla tanıyabildiğim aşağıdaki yer isimlerini tespit edebildim. Halen kullandığımız birçok yer isminin 2000 yıl önce yazılan bir kitapta yer alması ilginç geliyor gerçekten. Sadece bu sebep bile önceki uygarlıkları anlamamızı gerekli kılıyor.


. Mylasa (Milas)
. Euphrates (Fırat)
. Melitene (Malatya)
. Argaios Dağı (Erciyes Dağı)
. Mazaka (Kayseri)- Roma çağında Kaisera
. Makedonia (Makedonya)- Trakya, Epeiras ve Hellas'la çevrilmiş ülke
. Maiandros (Menderes)
. Lemnos (Limni)
. Amastris (Amastra)
. Anemurion (Anamur)
. Kreta (Girit)
. Kotiaeion (Kütahya)
. Kıbrıs (Kıbrıs)
. Mısır (Mısır)
. Troia (Troya)
. Zeugma (Zeugma)
. Trapezus ( Trabzon)
. Trakya (Trakya)
. Sangarios (Sakarya)
. Tauros (Toros)
. Kappadokia (Kapadokya)
. Tarsos (Tarsus)
. Syria (Suriye)
. Magnesia (Manisa)
. Sinope (Sinop)
. Seleukia (Silifke)
. Samasota (Samsat)
. Rhodos (Rodos)
. Prusa (Bursa)
. Amessia (Amasya)
. Phainikos (Fenike)
. Olgassys (Ilgaz)
. Kallipolis ( Gelibolu)
. Ikonion (Konya)


KİTAPTAN BAZI ALINTILAR

***
Kaynağı ovanın ortasında bulunan ve gidiş gelişe açık olan Pyramos Irmağı (Ceyhan Nehri) Kataonia'yı baştan başa geçer. Toprakta önemli bir çukur vardır ve burada suyun yer altında gizli bir geçide aktığı görülür.
Irmağın yatağı tamamen kayadır ve ortasında derin; fakat çok dar bir yarık bulunur. Bu yarık ırmağın kanalıdır ve ağzına kadar doludur. Dağlardan geçerken kısmne Kataonia'dan kısmen de Kilikia Ovaları'ndan denize pek çok mil getirir. Hatta bu konuda bir kehanet de vardır. Buna göre; "Geleceğin insanları gümüş girdaplı Pyramos'un kutsal kıyılarını mille dolduracağını ve Kıbrıs'a ulaşacağını göreceklerdir". Gerçekten buna benzer bir şey Mısır'da olmaktadır. Nil'in getirdiği miller denizi kuru toprak haline sokmaktadır. Buna dayanarak Heredotos Mısır için "Nil'in armağanı" demektedir. Halbuki Homeros Pharos'tan "açık denizde" diye söz etmektedir. Çünkü eski zamanlarda burası bugünkü gibi Mısır Topraklarına bağlı değildi.

***
Bu son ülkede, Pontos'un ağzında Megara'lılar tarafından kurulmuş olan Khalkedon ve bir köy olan Khrysopolis ve Khalkedon'lar Tapınağı bulunur; ve denizden biraz içeride içinde küçük timsahların beslendiği bir pınar vardır. Khalkedon kıyısını izleyerek Propontis'in (Marmara Denizi) bir parçası olan Astakenos Körfezi'ne gelinir. Bu körfezde bulunan Nikomedeia, Bithynia krallarından birisi tarafından kurulmuş ve ismini ondan almıştır.

***
Gerçekten, toprak gevrek, kolay ufalanabilen cinstendi, aynı zamanda tuzlarla dolu olup kolay yanabilirdi ve belki de bu nedenlerden ırmağın akıntısı, sık sık yönünü değiştirdiğinden, Maiandros kıvrılarak akmaktadır. Irmak aşağılara çeşitli zamanlarda, kıyının çeşitli kısımlarına alüvyon yığmakla beraber, sel toprağının bir kısmını da açık denize sürükler. Gerçekte, kırk stadion uzunluğundaki sel toprağı yığınları evvelce deniz kıyısında olan Priene'yi bir iç kent yapmıştır.

***

"Strabon'un bahsettiği Priene hakkında biraz bahsetmekte fayda var. Ben yıllar önce bu antik yunan şehrini ziyaret ettiğimde gerek şehir planı gerek mimarisi gerekse şehri koruyan surlara hayran kalmıştım. Yalnız anlamadığım nokta şehrin güvenlik nedeniyle dağın eteğinde olması sebebiyle zaten sıkıntılı olan ulaşımının neden denizden de bu kadar uzak oluşuydu :). Aslında şehir ilk kurulduğunda deniz kenarında olduğu halde Menderes nehrinin taşıdığı toprakla içeride kalmış olmasıymış. Gerçektende şehirden tepe aşağı baktığınızda önünüzde uzanan devasa bir ova görürsünüz. Priene ile ilgili aşağıdaki haritayı (Resim 12) dikkatlice incelerseniz deniz sınırının ilk zamanlarda ne kadar içeride olduğu ve dolayısıyla Priene şehrinin de denize sahili olduğu görülebilir.
 Strabon şehirden bahsederken denizin uzaklığını 40 stadion olarak söylüyor. Bu mesafe yaklaşık   olarak 7,5 km ediyor. (1 stadion yaklaşık 185 m).

Resim 10. Priene Antik Şehri ve Menderes Nehri Ovası. Lade (Batmaz) tepesi daha önce ada iken nehrin
denizi doldurması neticesinde ana karaya birleşmiştir.


Resim 11.  Şimdi ova içinde kalmış ancak daha öncesinde ada olan Lade Tepesi


Resim 12. Priene antik şehri ve Menderes nehrinin zamanla doldurduğu deniz. 


Resim 13. Priene şehrinden Menderes Ovası'na bakış. Bir zamanlar bu görüntüde deniz bulunuyordu.



Strabonis,  Tüm kitaplar;
http://fondosdigitales.us.es/fondos/libros/3598/493/strabonis-rerum-geographicarum-libri-septemdecim/




Devamını Oku »

14 Mart 2018 Çarşamba

Labarum


Hafta sonu Heybeliada'da yaptığımız gezintide uğrak yerlerimizden birisi de Ruhban Okulu'ydu. Okul bahçesi ve binalarında gezinme fırsatı bulduk, fotoğraflar çektik. Okul, 38 yıldır eğitime kapalı durumdaymış. Ancak sanki hemen yarın öğrenime devam edecekmiş gibi de bakımlı ve faal bir görünüm arz ediyor. Gerek bahçe gerekse okul binaları ziyarete açık durumda ve gezilebiliyor.


127 yıl eğitim veren ve son 38 yıldır öğrencisi olmayan Okul, 9. yüzyılda yaptırılan Heybeliada’daki Ayia Triada Manastırı'nın, Patrik 4. Germanos tarafından 1844’de Heybeliada Ruhban Okulu olarak açılmasıyla eğitimine başlamış.

1844’ ten itibaren çeşitli ekler ve tamirlerle kullanılmakta olan okul binası 28 Haziran 1894 günü meydana gelen deprem sırasında büyük ölçüde zarar görmüş. Deprem sonrası hazırlanan ve sultana sunulan rapora göre İstanbul'daki bu deprem şehirde çok büyük hasar yapmış, zarar görmeyen bina kalmamış. Depremin şiddeti Heybeli ve Kınalı Ada'larda daha fazla olmuş ve burada Ruhban Mektebi yıkılmış.

Padişah II. Abdülhamit’in izinleriyle 22 Nisan 1895‘te temeli atılan bina 1,5 yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlanarak 6 Ekim 1896 ‘da açılmış. Yunan alfabesinin pi (π) harfi şeklinde bir plan üzerine bina edilmiş olan yapı bir bodrum ve iki kattan oluşmakta. Pencere ve cephe süslemelerinde ise Bizans yapılarını çağrıştıran tuğlalar bol miktarda kullanılmış.
Binanın yeniden yapımı için maddi desteği İstanbul’un Zengin Rum tüccarlarından Pavlos Skilitsis Stefanovik ailesi sağlamış. Binanın mimarı 19. yy. sonları ile 20. yy. başlarında İstanbul’da yaşamış ve görkemli yapılar bırakmış olan Periklis Fotiadis.

Heybeliada Ruhban Okulu ve pi harfi şeklideki mimarisi. 
Ortada bazilika


Pi harfi şeklindeki yapının içinde kalan kısımda bir bazilika mevcut. Manastır tarihinin 9. yy'la adreslenmesine rağmen fikrimce bu yapının daha eski bir tarihte yapılmış olması mümkün. Bazilikaların genellikle erken dönem hıristiyanlık mimarisi olduğu biliniyor. Sonrasında açık veya kapalı haç şeklinde kilise mimarisine geçilmiş ve bugün çoğunlukla gördüğümüz haç biçimli yapılar ortaya çıkmış.

Özellikle mektebin ana giriş kapısı görkemli mermer merdivenleri ve sütunları ile antik bir yunan tapınağının girişini hatırlatıyor. Benim de özellikle bahsetmek istediğim detay bu giriş kapısının her iki yanında yer alan bir sembol. Bu sembol Labarum olarak isimlendiriliyor. Labarum, Grek alfabesindeki Chi (X) ve Rho (P) harflerinin iç içe geçmesiyle oluşturulan ve erken dönem Hıristiyanlığın sembollerinden birisi olmuş. İsa Mesih'in Latince isminin (Christus) çok sayıdaki görünümünden birisi. İsa’nın Christus olan Latince isminin Grekçe görünümü olarak kabul edilmekte. Her ne kadar Constantinus öncesi bu sembolün kullanıldığı bazı kalıntılarda ortaya çıkmışsa da bu sembol Constantinus ile tanınmış. Zira o, imparatorluk askerlerinin kalkanlarına standart olarak bu işareti yerleştirmiş.


Ruhban Okulu giriş kapısı ve her iki yanda Labarum'lar

314 yılında Constantinus’un bastığı parada da bu işaretin yer aldığı gözlemlenmiş. Labarum sembolü Constantinus’dan sonra tarihi süreçte farklı şekiller almış.


Fener Ortadoks Rum Patrikhanesi





Bu monogram Roma İmparatoru Büyük Constantinus döneminden itibaren de imparatorluk Roma lejyonlarının askeri standardı halini almış. Hıristiyanlığın kaderini değiştiren monogram ve yaratıcısı büyük yenilmez komutan Constantinus hakkında biraz bahsetmek gerekir.

Büyük Constantinus...

Miladın 280’inci yılının şubat ayında Naissos yani bugünkü Sırbistan’ın Nis kentinde doğmuş. Kendisi bir tavernada çalışan Helena ile genç subay Constantius'un oğluydu. Helena muhtemelen oğlunun doğumundan önce Hıristiyandı. Helena'nın kocası ve Constantinus'un babası Hıristiyan değildi ama üstlerinin emirlerine rağmen Hıristiyanlara karşı hoşgörülüymüş.

Aziz Constantinus ! ve annesi azize Helena
(her ikisinde de hale çizilmiş
Babası imparator Constantius Chlorus'un ölümünden sonra bir Roma lejyonu tarafından Temmuz
306'da York'ta (İngiltere) imparator ilan edilen Constantinius, bölünmüş bir imparatorluğu yöneten tetrarklardan biri olmuş. İmparatorluğu birleştirme amacıyla, batı yarısında tek başına kontrolü ele geçirmek üzere Roma'ya doğru harekete geçmiş ve Ekim 321'deki belirleyici Milvius Köprüsü Savaşı'nın arifesinde gökyüzünde bir haç işareti görmüş ve genellikle "bu işaretle muzaffer olacaksın" olarak çevrilen bir 
söz duymuş. Haç işaretini askerlerin kalkanları üzerine kazıtan Constantinius, imparator rakibi Maxsentius taraftarlarını Tiber'e dökmüş ve imparatorluk başkentini ele geçirmiş. Gökyüzünde şahit olduğu manzara doğru çıkan Constantinus, Hıristiyanlığı kabul etmiş ve 324'te son rakibi Licinius'u yenmesinden sonra dindaşlarına uygulanan zulmü sona erdirmiş. Böylece mensupları artık infaza uğramayan ve kahramanları artık şehit olmayan Hıristiyanlık kapalı alanlardan çıkmış. Licinius'un ölümüyle Constantinus Roma İmparatorluğu'nun doğu ve batı yarılarını birleştirmiş, 325'te Nikaika'da (bugünkü İznik) Hıristiyan Kilisesi'nin ilk ekümenik konsiline başkanlık etmiş.

İstanbul Boğazının yakınında, Avrupa ve Asya ile birleştiği yerde yeni bir başkent kurmaya başlamış. Eski ticaret kolonisi Byzantion olan söz konusu şehir, Constantinus'un şehri, yani Constantinopolis, Roma'nın pagan geçmişinden kendisini ayıran yeni bir Hıristiyan başkent olmuş. Bundan sonra Hıristiyan Roma İmparatorluğu, doğuda Bizans olarak sürmüş, Roma ise 476 da barbarların eline düşmüş. 

337 yılında Perslere karşı doğu seferine çıkmış ancak yolun başında Nikomedia'da (İzmit) aniden hastalanmış. Tedavi olmak için İzmit Körfezi'nin güneyindeki Helenopolis (Bugükü Yalova, annesinin doğum yeri ve bu isim Contantinus tarafından verilmiştir) kaplıcalarına gitmiş. Hastalığı daha da kötüye gidince öleceğini anlamış ve başkente dönmek üzere yola çıkmış ancak İzmit'e kadar gidebilmiş. Burada ölmeden önce vaftiz edildiği söylenir. Ölümünden sonra bedeni, altın bir tabutla, oğlu Constantius II tarafından başkente taşınarak Havariun Kilisesi'ne gömülmüş. Sonrasında bu kilise fetihten sonra yıkılmış ve yerine Fatih Cami yapılmıştır.

Tanrı'nın işareti...

28 Ekim 312'de Constantinus'un Milvian Köprüsü Savaşı, Hristiyanlık için büyük önem taşır. Savaştan beş yıl sonra Lactantius'un yazıya geçirdiğine göre Constantinus, bu savaştan önce bir vizyon (uyanıkken gündüz düşü) görmüştür.

Constantinus güneşin üzerinde ışıktan bir Chi-Ro işareti görür ve Constantinus'un aklına, Latince şu sözler düşer: "In hoc signo vinces" (Bu işaretle muzaffer olacaksın). Ama Constantinus, gördüğü işaretin anlamını çözemez.

Aynı günün gecesi, (ertesi sabah savaş başlayacaktır) Constantinus'a bu kez Hz. İsa görünür ve ona koruyucu ve zafer işareti olarak bir öneride bulunur. Bu işaret, etrafı Hristogramlarla (Chi-Ro, yani Hristiyanlarca Haç kadar kutsal sayılan ama artık pek kullanılmayan çarpı işaretleriyle) süslenmiş bir kare haçtır. Bu işaret, bir Vexilium (yani Roma birliklerin kare şeklindeki bayrağı) formunda derhal hazırlanıp, ordunun önünde taşınır. O gece Constantinus, hem yeni dinin peygamberine, hem de eski Tanrısı Sol invictus'a (Güneş Tanrısı) dua eder.

Milvian Köprüsü Savaşı'ndan detaylar; At üstünde Constantinus ve Tiber Nehri'nde
boğulanMaxentius
Milvius

Constantinus, İber yarımadasını imparatorluğuna bağladıktan sonra, Batı Roma'nın ikinci yeni İmparatoru Maxentius'un etkisini 312 baharında kırıyor. Maxentius'un kuzey İtalya'dan topladığı yüz bin kişilik ordusuna karşın Constantinus'un 40 bin savaş deneyimli askeri var.
Maxentius yapılan savaşta Tiber nehrinde ölüyor, ordusu yeniliyor. Roma yakınındaki bu köprü, savaş sırasında kullanılmasın diye yıkılmış. Zafer kazanmış Batı Roma İmparatoru olarak Roma'ya dönen Constantinus, pagan usulü kurban kesme törenlerinin yapılmasını da istemez. Bu da, onda bir değişim olduğunu gösteren işaretlerdendir. Ama Constantinus pragmatik bir İmparatordur ve paganların inançlarını reddetmez. Süreç içinde pagan etkinin kaybolmasını beklemeyi uygun gördüğü anlaşılıyor. Fakat bazen pagan inançlarını sürdürüyor gibi görünse de, ünlü Nicea (İznik) konsiline başkanlık edecek ve Hristiyan Kardinallerle uzun tartışmalar yurütecek kadar da Hristiyan dini bilgisine sahiptir.



Tetrark'lar ve bölgeleri


******

Heybeliada'da Ruhban Mektebi İnşa Olunması;

https://katalog.devletarsivleri.gov.tr/ adresinden cumhuriyet ve osmanlı arşivlerine ulaşabiliyorsunuz. Buraya arşiv görevlileri tarafından taranmış belgeler yükleniyor ve çok cüz'i miktarlara (sayfa başına 0.5 lira) satın alabiliyorsunuz. Hiçte azımsanmayacak miktarda belgeye ulaşabiliyorsunuz. Yalnız belgeler eski yazıyla ve Türkçe transkripsiyonu bulunmuyor malesef. Belgeleri satın alıp sizin okumanız gerekiyor.
Ben de Ruhban Okulları ile ilgili bir arama yaptım ve yüzlerce belge çıktı karşıma. Heybeliada Ruhban okulu ile de ilgili aşağıdaki belgeyi buldum ve yapabildiğim kadarıyla ( 2 kelimeyi okuyamadım) okumaya çalıştım.
Özetle belgede "depremden zarar gören okulun onarımı ve mevcuda ilaveten bir mutfak ve çamaşırhane yapımına izin verilmesi için patrikhanenin talebinden" bahsediliyor.
En azından mevcut eski temeller üzerinde okulun yeniden inşasına onay verildiği anlaşılıyor ki eğitime devam edilebilmiş ve binalar çok bakımlı. Çamaşırhane ve mutfak ne olmuş onu bilemiyorum. Yolumuz tekrar düşerse okuldaki görevlilere sorarız artık :).




belge transkripsiyonu;

                                                                      hu
şuray-ı devlet
dahiliyye dairesi

1848

Heybeliada'da vakı’ ve tepe manastırı namıyla maruf ruhban mektebinin harekat-ı arzdan münharim olmasından dolayı eski temelleri üzerine yeniden inşa ve başkaca bir matbah ile bir cemaşuy hane dahi ilave olmasına ruhsat i’tası rum patrikliğinden bi’t takdir istid’a kılınmasına mebni sebk iden iş’ara cevaben şehremanetinden gelen tezkire ve evrak-ı müteferriasının yazıyla adliye ve mezahib nezaretinden takdim kılınan fi 13 rebiülevvel sene 313 tarih ve üçyüz doksan iki numerolu tezkire-i divan-ı hümayun kaleminin müzekkeresiyle beraber şuray-ı devlete havale buyurulmakla dahiliye dairesinde okundu.
Emanet-i müşar ün ileyhanın iş’arına nazaran mekteb-i mezkurun evvelki mesaha-i sathiyyesi mecmui bin sekiz yüz doksan yedi metro yigirmi santim olduğu halde bu kere terbian dörtyüz üç metro ilavesiyle mesaha-i sathıyye mecmu-i nin iki bin üçyüz altmış metroya iblağ olunarak matbah ve cemaşuy hanenin mesaha-i sathıyye-i mecmu’isi dahi yüz onyedi metro olacağı ve on bin Osmanlı lirası masarifin mösyö pavlo estefanoh tarafından tefsiye ve ifa olunacağı ve ol babda bir güna mahzur olmadığı anlaşıldığından bi’l istizan makrun-ı müsa’ide-i seniyye-i cenab-ı padişahı buyurulduğu halde divan-ı hümayun kaleminin müzekkeresinde gösterildiği vechile kuyud-ı lazime ve mu’tade derciyle ruhsat-ı mutazammın emr-i ali tasdir-i hususunun divan-ı humayun mezkur kalemine havalesiyle adliye ve mezahib nezaretine ma’lumat i’tası ………… ve merbut ………….. ve resim leffen takdim kılındı ol babda emr-u ferman hazret-i veliül emrindir. 


Fi 2 rebiülevvel 313, fi 2 eylül sene 311







Mimari plan tarihi 1895 yılını gösteriyor.


Planların üstünde grekçe yazılar var. Bu aralar çok sık çıkıyor bu alfabe karşıma. Ufaktan girilmesi gereken bir mecra gibi geliyor bana. Hayırlısı diyelim :)

**********
Atina Rasathanesi Müdürü Eserinisti (D.Eginitis) ile İstanbul Rasathanesi Müdürü Kumbari'nin Temmuz 1984 İstanbul depremi raporundan bir sayfa;



"ve hiç bir hane hasardan kurtulamamışdır. İstanbul'da felaket her cihetle büyükdür. Ale'l-husus Çarşı-yı Kebir harabezare dönüb enkaz altında pek çok kimesneler telef olmuşlardır. Heybeli ve Kınalı adalarında zelzelenin şiddeti derece-i nihayeye varub Ruhban mektebi harab olmuş ve duvarlarının ekserisi yıkılmışdır. Ayastefanos ve Anbarlı ve Kınalı ve Büyük Ada ve Katırlı'da birçok hanelerin ve cami' ve kiliselerin harab oldukları veyahud çatladıkları ve minarelerin yıkıldığı görülmüşdür. Her karye ve kasabada zelzele muceb-i te'sir manzaralara sebep olmuşdur. Ahali kemal-i havf ve haşiyet ile sokaklara firar etmiş ve pek çok kimesneler günlerce meydan ve bağçelerde tente ve baraka altında yatmışlardır. "

*******
Devamını Oku »

17 Şubat 2018 Cumartesi

Kapalıçarşı




ma'ruz-ı çakeri kemineleridir ki
çarşı-yı kebirde yetmiş beş tarihine gelinceye kadar çubuk ve cigara içilmek emsali yok ise de tarihi mezkureden şimdiye kadar gittikçe kesret bulub herkes çubuk ve cigara içmekde olub bu husus çarşu-yı mezkur esnafının umumen emniyetsizliği mucib olacağına ve umumen çarşuda bulunan esnafandan çubuk ve cigarayı men ettiğimiz halde çarşu-yı mezkurun on üç adet kapuları olup her bir kapudan mürur-u ubur eden müşteri ve seyirci gelip geçen ahad-ı nası çubuk ve cigara ile mürur ve yedlerinde bulunan cigarayı öteye beriye atarak ekseriya çarşı-yı mezkurede zuhur eden ihrak hasebiyle bir kaç defa bastırılmış isede bunun önü kestirilmesi lazım geldiğine binaen husus mezkur hükümet-i zabtiyeye ifade olunmak ve çarşuda bulunan umumen esnaf kethudalarını hükümete celb ile emr-i hükümete nazaran .kaffeten. esnafa tenbih olunmuş isede esnaf-ı mezkur işbu tenbihatı havi çubuk ve cigara içmelerini men etmiş oldukları ma'lum-ı alileri buyuruldukda on üç kapıdan çarşıya gelen müşteri ve bir kapıdan mürur eyledikleri kapudan çıkacak yolcu ve seyirci yedlerine çubuk ve cigara bulunduğu halde bunları kapulardan men edecek suret ne vechle ise ona dikkat olunmak ve maazallahu teala çarşuy-u mezkur ihrak olacak ise bunca sunuf-u sultaniyye-i seniyye ve dükkan sahipleri tavil ve ücrete naçar kalacaklarından çarşu içinde çubuk ve cigara içmelerini ve murur-u umur müşteri ve yolcu kapulardan dahilinde yedlerinde çubuk ve cigara bulunduğu halde men edilmesi hususunu havi hak-i pa-yi iclali aliyyelerine takdimi cesaret edip şu vechile tesrih ve niyaz eyleriz ki hususat-ı mezkurenin men'ini müsade-i aliyyelerinin erzan buyuruklak bab-ı hükümete ve şehr-i emin-i behiyyesine havalesine niyazı babında emr-u ferman hazret-i men lehül emrindir
fi 17 sene 1280


Devamını Oku »

23 Ocak 2018 Salı

İngiliz Derviş-Yeni Türkiye'nin Doğuşu ve Aubrey Herbert


Bugüne kadar bahsettiğim yayınların beğenerek okuduğum ve naçizane okunmasını tavsiye edebileceğim kitaplar olduklarını söyleyebilirim. Ancak bu yazımda öncenin aksine okunmamasını tavsiye edeceğim bir kitap ve içindeki asılsız iddialardan bahsedeceğim. Kitapta geçen iddiaların bir kısmının Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili olması kitaptan bahsetmek gereğini doğuruyor.

"Mehmet Hasan Bulut" tarafından 2015 yılında yazılan kitap "IQ Kültür yayıncılık" tan çıkmış. Ben üçüncü baskısını aldım ve okumaya çalıştım.
Kitap bana göre üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda Haşhaşiler'in ve Tapınak Şövalyeleri'nin kökeninden ve birbirleriyle alakalarından bahsediliyor. Haşhaşiler ve Hasan Sabbah'ı anlatmadan önce çok kısa da olsa Şiilik mezhebinin doğuşu hakkında da şu malumat veriliyor;

***
...Kendisini Müslüman olarak gösteren Abdullah İbn-i Sebe adında Yemenli bir Yahudi'nin Mısır'dan getirdiği adamları, Hazret-i Peygamberin damadı ve üçüncü halife Hazret-i Osman'ı öldürdü. Karışıklıklar, Peygamberin diğer damadı, dördüncü halife Hazret-i Ali zamanında da devam etti. Peygamberin dostları arasında, Hazret-i Osman'ın katillerinin cezalandırılması meselesi fikir ayrılıklarına sebep oldu ve Eshab'ın kendi arasında savaşmasına neden oldu.
Savaşın çıkmasında büyük rol oynayan Abdullah İbn-i Sebe, muharebenin taraflarından biri olan Hazret-i Ali'ye ilahlık isnat ettiği için Halife, adamı idam ettirmek istedi ama ortalığı daha fazla karıştırmaktan çekinip sürgüne gönderdi. Fakat Abdullah İbn-i Sebe , Hazret-i Ali'den önceki üç halifenin, Hazret-i Ali'nin halifelik hakkını gasp ederek zulüm ettiğini söylemeye başladı ve bu yolda hadisler uydurmayı sürdürerek Şiiliğin temellerini attı.
Şiilik zamanla çeşitli fırkalara ayrıldı. Bir kısmı İslam dairesi içinde kalsa da içlerinde Abdullah İbn-i Sebe'nin izinde giderek bu dairenin dışına çıkanlar oldu. Şiilerden Hazret-i Ali'nin torunlarından İsmail'i imam kabul edenler, İsmaili adını aldı. İsmaililer içinde, Abdullah İbn-i Sebe'nin izinden giden ve Sebeiye olarak da bilinen Gulat-ı Şia'nın takipçilerinden Yahudi asıllı göz doktoru Meymun el-Kaddah Batıniliği kurdu....Batıniler, Kur'anı Kerim'in bir görünen (zahir), bir de gizli (batıni) manası vardır diyorlardı. Zahiri manası, yani namaz, oruç, zekat, hac vs. mühim değildir, onlar semboliktir, asıl olan batıni manasıdır, bunu da herkes anlayamaz diye inanıyorlardı. Bu inanca sahip olanlara 'Batıni', bu inancı yayanlara da 'Dai' dediler.
***
.
.
.
***
Nizamülmülk'ün bir Haşhaşi tarafından öldürülmesi
İsmaili'ler, merkezi Kahire olmak  üzere Fatimi Devletini kurdular.  Fatımilerin sekizinci halifesinden  sonra İsmaili'ler iki kola ayrıldı. Bir kısmı, halifenin büyük oğlu Nizar'ı destekledi. Bunlara Nizari dendi. Nizar'ı destekleyenlerden biri de Hasan Sabbah'dı. Şii bir imamın oğlu olan Hasan Sabbah, Batıni misyoneri, yani dai idi. Misyonerlik çalışmaları neticesinde topladığı adamları ile beraber İran'daki Alamut kalesini kendisine üs seçip eşkıyalık ile zengin oldu. kendini dağın şeyhi ilan etti. 

Kendi inançlarını yayanlara, İsmaili'ler gibi 'dai' dedi. Terörist olarak kullanacağı adamlarını ise 'fedai' olarak adlandırdı.

***
Bu kısa bilgilendirmeler sonrasında da 1099 yılında Kudüs'ün haçlılar tarafından ele geçirilişinden, burada hıristiyan ordularının yaklaşık iki yüz yıl sürecek Kudüs Krallığı'ndan, bu krallıkta doğan hıristiyanların Avrupa'lı dindaşlarından farklı oluşundan, şark kültürünü ve arapçayı bilişlerinden, müşterek düşmana ve inanca sahip Haçlılar ve İsmaili'lerin yani Haşhaşi'lerin yakınlaşmasından, Haşhaşi'lere benzer bir teşkilat kurmak istemelerinden, nihayetinde Kudüs'te kurulan Tapınak Şövalyeleri Tarikatı'nın kuruluşundan ve bu teşkilatın yapısının Haşhaşi'lere göre tertip edilmesinden bahsediliyor..

Kitabın ikinci kısmında ise 1187 yılında Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü ele geçirmesi sonrasında tapınakçıların Avrupa yolculuğu anlatılıyor. Yazar, aslında burada kendisi de bir tapınakçı aileden gelen ve kitabın kahramanı olan Eubrey Herbert'e konuyu getirmeye çalışıyor. Buraya kadar gayet ilgi çekici bilgilere yer veriliyor ve sürekli önümüze çıkan ama dayanaklarını vaya ilişkilerini net bilmediğimiz bazı kavramları (mezhepler,batınilik, tapınak şövalyeleri vb) yerlerine oturtmamızı sağlıyor kitap. Ancak sorun bana göre bundan sonra başlıyor. Yazar, tapınakçıların Avrupa'daki ve özellikle de İngiltere'deki faaliyetlerini anlatırken o kadar çok detaya ve farklı konuya giriyor ki artık konu takip edilemez hale dönüşüyor ve okurken sıkılıyorsunuz.

Kitabın üçüncü kısmında ise Tapınakçı İngiliz casusu Aubrey Herbert‘in hayatı anlatılıyor. Aubrey, Mark Sykes ve Lawrence gibi İngiltere'nin aristokrat ailelerine mensup, Osmanlı'nın son dönemini ve yeni Türkiye'yi şekillendiren hemen her hadisede rol almış bir casus. Kitapta iddia edildiği üzere Aubrey Herbert, İttihat ve Terakki Komitesi'nin reisi, 1908 ihtilalinin ve Abdulhamit'in tahtan indirilmesini planlayan kişi, Ermeni, Makedonya, Arnavutluk komiteleriyle bağlantıları olan bir kişi. Siyonistlerle olan bağlantılarından bahsetmeye hiç gerek yok zaten. Osmanlı coğrafyasının her yerinde; bir gün bakıyorsunuz Basra'da, bir diğer gün Bağdat'ta, Yemen'de, Makedonya'da, İstanbul'da, Gelibolu'da, İzmir'de, yani her yerde.
Aubrey aynı zamanda İngiliz parlementosunda milletvekili ve türk dostu olarak biliniyor (!). İstiklal harbi sırasında Ankara'yı destekliyor. Aubrey'in hayatı anlatılırken de özellikle Osmanlı'nın son döneminde yaşanalar hakkında bilgilere yer veriliyor. Bu bilgiler içinde Mustafa Kemal ile olanları da epey çok sayıda.

Kitabın kaynak sayfalarından birisi
Kitapta yazarın iddialarını destekleyecek herhangi bir belge bulunmuyor. Yüksek sayıda kaynak gösterilmiş ki (716 adet ) çok büyük kısmı yabancı yazarlardan oluşuyor. Bu kaynaklardan bir kaçına internet üzerinden ulaşmaya çalışsam da olmadı. 'Kaynak veriyorum bu nedenle bu iddialar doğrudur' algısı oluşturulmaya çalışılmış. Burada önemli olan verilen bu kaynakların güvenilirliği ve içeriği oluyor. Okuyucuların bir çoğu araştırmacı veya tarihçi olmayacağı için yazarın kitap sonunda verdiği 716 adet kaynağı oturup inceleme ve doğrulama gibi bir şansı da olmayacak. Bu nedenle okuyucu (ben mesela) hiç olmazsa bir iki adet belgeyi kitap içinde görmeyi bekliyor. Yazarın en çok kullandığı kaynağın başında yine kitabın kahramanı olan Eubrey Herbert'in anıları veya notları geliyor. Yani amacı Osmanlıyı parçalamak olan bir İngiliz ajanının yazdığı anılara güvenmemiz ve buradan çıkan cümlelerle yine İngilizlere karşı savaş vermiş Mustafa Kemal'i yargılamamız bekleniyor. Ne kadar akıllıca, inandırıcı ve dürüstçe bir tarih yazımı yapılmış değil mi? Eğer Eubrey'in anılarını/günlüklerini kaynak olarak kabul etmenin bilinçli ve art niyetli bir seçim olmadığını kabul etsek bile bu 100 yıl sonra bile İngiliz propagandasına alet olmak değil midir? Hem de Mavi Kitap (Blue Book) gibi bir örnek önümüzde dururken.

En basitinden bizler yıllardır her mecrada İttihad ve Terakki'yi dinledik ve bir sürü kaynaktan okuduk. Ama şimdiye kadar komitenin reisinin Eubrey olduğunun söylendiğini hiç duymadık, görmedik. 120-130 yıldır ortada olan bir parti hakkındaki bu kadar önemli bir gerçek sizce şimdiye kadar ortaya çıkmaz mıydı? Dolayısıyla yazının başında paylaştığım üzere İslam'da mezhepleşmenin neredeyse tüm suçunu bir Yahudi'ye yüklemenin kolaycılığına kaçan yazarın kitabı üzerinde bir güven problemi daha ilk sayfalardan ortaya çıkıyor ve sonrasında derinleşiyor . Bu nedenle belgeleyemediği iddiaları nedeniyle kitap neredeyse komplo teorileri üzerine kurulmuş denilebilir. Tarih yazıcılığının bu şekilde yapılamayacağı çok açık.

Örnek olması açısından kitaptan seçtiğim bir kaç iddiayı aşağıya ekledim. Bunlardan bir kısmı gerçekten çok ağır suçlamalar. Hiçbir delile dayandırılmayan bu iftiraların bir kısmı için de açıklamalarda bulunmaya çalıştım.

                                                       ***

*İtalya Maşrık-Azam'a bağlı Macedonia Risorta mason locasından Mehmed Talat'ın da içinde bulunduğu Genç Türkler, 1906'da Selanikte bir komite kurmuştu. Benzer bir komite de pozitivst Ahmed Rıza ve Prens Sabahaddin liderliğinde Paris'te kuruldu. her iki komite, Midhat Paşa'nın emaneti olan meşrutiyeti tekrar ilan ettirmek için berber çalışmaya karar verdler. Ertesi sene birşetiler. ve genç italya hareketinin 'Unione, Forza e Libertal', yani 'ittihad (birleşme), Terakki (ilerleme) vw Hürriyet ! sloganından ilham ile 'İttihad ve Terakki Komitesi' adını aldılar. İtalya Maşrık-ı Azam üzerinden Genç Türkleri kontrol eden Aubrey Herbert da gayr-ı resmi lider olarak bu komitenin başına geçti....(sayfa 165)

* Tapınakçılar Sultan Abdülhamid'i indirdikten sonra planlarının ikinci safhasına geçmiş.... (sayfa219)

* Sırf Enver muvaffak olmasın diye Balkan Harbi'nde Bulgar ordusuna karşı çok fazla gayret göstermemişti... (Mustafa Kemal'den bahsediliyor, sayfa 260)

*Görüşmelerden sonra Mustafa Kemal, Aubrey'in evinden tanışıp yemek yediği, İngiliz ordularının başındaki Allenby'in saldırısı üzerine ordusunu geri çekti. İngiliz ordusu açılan boşluktan girip sağ ve sol cenahtaki diğer Türk ordularını arkadan sardı....( sayfa 341 )

Bu iddia yeni bir iddia değil. İlk defa Milliyetçi muhafazakar kesim tarafından "üstad" olarak kabul edilen Necip Fazıl Kısakürek, "Dedektif X" mahlası ile makaleler yazdığı "Büyük Doğu" dergisinin 8 Eylül 1950 tarihli, 25. sayısının 3. sayfasında, "Filistin cephesinin çöküşü"nü 19 madde halinde ele aldığı bir makalede geçiyor. Tabii İngiliz Derviş'teki diğer iddialar gibi Necip Fazıl'da bu iddiasını herhangi bir delile dayandıramıyor. Daha öncede bahsettiğim gibi iddialar hep anılara, yorumlara dayandırılıyor. Madem günlüklerden, anılardan gidiyoruz öyleyse en doğru malumatın Yıldırım Orduları Grup Kumandanı (Filistin cephesinde 4,7 ve 8. ordular kumandanı. Mustafa Kemal 7. orduya kumandanlık ediyor ) Liman von Sanders'in hatıratında olacağını düşünüyorum.

Liman von Sanders hatıratını Mondros Mütarekesi sonrasında tutuklu bulunduğu Malta'da yazıyor ve "Türkiye'de beş yıl" ismiyle yayınlıyor. İmparatorluğun genel durumunu, Osmanlı genelkurmayının yönetimini, ordunun teçhizatını, askerin durumunu, arapların tutumunu bilmeden Filistin cephesindeki çöküşü yorumlamak doğru olmaz. Liman von Sanders, 19 Eylül'de yapılan ve Filistin cephesinin çökmesine sebep olan İngiliz hücumu hakkında şöyle bahsediyor;

""18 Eylül'ü 19 Eylül'e bağlayan gece 7. Ordu'nun (M.Kemal'in ordusu) cephesinde şiddetli bir muharebe başladı. 19 Eylül saat 3.30'da 8. Ordu'nun sağ kanadının sahilden dağlara kadar tüm mevzilerine şiddetli bir baraj ateşi açıldı. Gün ağardıktan sonra 7. ve 8. orduların kumanda binalarının ve Ordu grubunun Affule'deki telefon santralinin üzerinde İngiliz uçak filoları göründü. Alçak mesafeden bombalarını attılar ve telefon hatlarını kısmen tahrip ettiler. Ayrıca karadan döşenmiş olan hatların tellerinin bir kısmı sabah saatlerinde Araplar tarafından kesilmişti. Tulkern ile Nasıra arasındaki telefon ve teleks bağlantısı sabah 7'ye doğru kopmuştu. 8. ordu Kumandanlığı'nın telsiz istasyonu da artık çağrılara cevap vermiyordu. 7. ordu Kumandanlığı sabah saat 9 ile 10 arasında Nablus'taki Albay von Oppen'den aldığı habere göre, sağ kanat grubunun sahil kesimindeki cephesinin yarılmış olduğunu bildirdi. Düşmanın kuvvetli süvari birlikleri sahil boyunca kuzey istikametinde ilerliyorlarmış.

Ancak sonradan anlaşıldığına göre, İngilizler, daha sabah saat 7'den önce sahil kesimin batı kısmında ciddi bir direnişle karşılaşmaksızın yarma hareketi yapmışlardı""

Buradan anlaşılacağı üzere çöken cephe ve ordu iddia edildiği üzere Mustafa Kemal'in bulunduğu 7. Ordu cephesi olmayıp 8. Ordu cephesi olduğu görülüyor. Oysaki hem Mehmet Hasan Bulut hem Necip Fazıl hiç bir delile dayandırmadan bunun aksini söyleyebiliyorlar.

*Bu arada Halep'te Baron Otel'in suitinde kalan Mustafa Kemal, emrinde sekiz bin askeri olmasına rağmen daha fazla kan dökülmesini istemediği için olacak, şehri savaşmadan teslim etti ve Halep'in kırk mil dışında kamp kurdu. Anzak askerlerinin kumandanı General Harry Chauvel, kendisine asker gönderip teslim olmasını istedi. Mustafa Kemal gülerek "Söyle Chauvel'e kendisi gelsin alsın" dedi, fakat birkaç gün sonra gelip, General Macandree'a kendisi teslim oldu...(sayfa 345)

Büyük gazimizin büyük hayatından hatıralar. Gazi paşanın
'rical-i osmaniyye hakkındaki ihtisasatı.
15 Mart 1926 Cumhuriyet
Burada artık iddia komik bir hal alıyor. Düşünebiliyor musunuz karşılıklı savaş içinde olduğunuz can düşmanınıza yani İngilizlere gidip sebepsiz yere teslim oluyorsunuz :). Ve sonrasında da İngilizler de M. Kemal'i yine gerisin geri gönderiyor serbest bırakıyor. Üstelik İngiliz general Townshend (Kut'ul Amare) o sıralar Osmanlının elinde tutsak durumdayken.

Haleb'in savunulmadan bırakılması konusu da ayrı bir iftiradır. Bu konuda da Gazi Mustafa Kemal'in hatıratına bakılabilir. Bu anılar 1926 yılında Hakimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet gazetelerinde yayınlanmış sonrasında da Falih Rıfkı tarafından 1955’te “Atatürk’ün Bana Anlattıkları” isimli küçük bir kitap halinde neşredilmiş.


*Machiavelli, "Kendi kanunları ve hürriyet içinde yaşamaya alışkın devletler ele geçirildiklerinde elde tutmanın üç yolu vardır: İlki onları ortadan kaldırmak; ikincisi gidip orada yerleşip oturmak; üçüncüsü vergiye bağlamak ve içeride sana yerli halkın dostluğunu sağlayacak az sayıda kişiden oluşmuş bir hükümet kurarak kendi kanunlarıyla yaşamalarına izin vermektir. Böylece bu hükümet, o hükümdar tarafından kurulduğu için onun gücüne ve dostluğuna ihtiyaç duyduğundan o devleti ayakta tutmak için her yola başvurur. Hür yaşamaya alışkın bir kenti başka yollara müracaat etmek yerine kendi halkıyla idare ederek elde tutmak daha kolaydır" diyordu.Bu yerli halkın dostluğunu sağlayacak az sayıda kişinin halkın özünde nasıl büyütüleceğini ise şu şekilde izah ediyordu; "Çoğu kişi, akıllı bir hükümdarın, fırsatını bulur bulmaz, kurnazlıkla kendisine düşmanlar meydana getirerek ve meydana getirdiği bu düşmanları tepeleyip itibarını kendiliğinden artırması icap ettiğini düşünür"

O zaman, kendi kendilerini idare edecek Türklere liderlik yapacak kişiye bir düşman lazımdı. New Europe grubu hareketi geçti ve Rotschild'leirn Vickers silah şirketinin başındaki Zaharoff, ingiltere Başvekili Lloyd George ve Yunanistan Başvekili Venizelos ile buluşarak onlarla Anadolu'ya asker çıkarma meselesini konuştu. Zaharoff, Yunan ordusunun Anadolu operasyonunu kendi cebinden finanse edecekti. Bunun üzerine, İngiltere Başvekili llyod George, Mustafa Kemal'in muayene olduğu Rothschild Hastanesi'nin başhekimi Otto Zuckerkandl'ın akrabası ve Fransa Başvekili Clemenceau, İtalya Başvekili Orlando ve Amerika Birleşik Devletleri reisi Wilson, Paris'te Yunanlıların Anadolu'ya çıkışı üzerinde anlaştılar....(sayfa 353)

Machiavelli'nin belirttiği 3. yolun yeni Türkiye için uygun görüldüğü, yeni Türkiye'yi kuran kurucu kişilerin ve hükümetin özellikle tapınakçılar tarafından belirlenerek seçildiğini ima ediyor. Bu seçilen kişilerin de içerideki halk nezdinde itibar kazanmaları için bir düşman yaratıldığını ve bu düşmanın da Yunanistan olduğunu söylüyor. Yani özetle Mustafa Kemal'in kurucu lider olması tapınakçıların işi, Yunanlıların Anadolu'ya çıkamları ise Mustafa Kemal ve Ankara Hükümeti'ne itibar kazandırmak için planlanmış işler. Ne diyelim, herhalde zorlama komplo teorisi konusunda daha ötesini yazmak mümkün olmazdı.
                                                            ***

Aslında bana göre tüm bu anlatılanlarından öteye kitapta çok net biçimde inceden işlenmeye çalışılan bir konu mevcut. Mustafa kemal düşmalığı ! Yazar veya kitap hakkında ön yargılı olmak istemiyorum ama bence kitabın yazılış amacı bu olumsuz algıyı oluşturabilmek olmuş. Zaten internet üzerinde tek amacı Atatürk'ü kötülemek olan sitelerin bu kitaba sarılmaları da bunun kanıtı.
Mustafa Kemal'e hakaret etmenin veya yalan yanlış bir sürü iftiranın açık açık söylenebildiği bu günlerde yazarın neden böyle zahmet gerektiren bir yol izlediği sorusu geliyor akla doğal olarak. Belki ani bir tepki yaratıp okuyucuyu kaybetmek belki de bir Kadir Mısıroğlu pozisyonuna düşmek endişesi olabilir.

Sonuçta kimse eleştiriden münezzeh değildir ama gerek modern hukuka gerekse İslam geleneğine göre insanlar hakkında olumsuz kanaatte bulunmamak esastır. Ortada bir şüphe var bile olsa bu sanığın lehine değerlendirilmeli. İnsanlar hakkında delile dayanmayan hükümlerde bulunmanın vebali büyüktür ve her iki dünyanın birisinde mutlaka bunları yazanların yakalarına yapışacaktır.

Tüm bunları yazdıktan sonra kitabın yazarı 'Mehmet Hasan Bulut' hakkında nette bir şeyler bulabilir miyim diye baktım ve twiter hesabını gördüm. Bir kaç twitini aşağıya ekliyorum. Kitabını yazarken ne kadar tarafsız olabileceği konusunda ipuçları verebilir. Yorum sizlerin.






Büyük üstad (!) Necip Fazıl'ın çıkardığı Büyükdoğu Dergisi ve 'DETEKTİF X' mahlasıyla yazdığı yazı...Realiteleri tesbite memur olduğunu söyleyen Necip Fazıl, o sıralarda örtülü ödenek adı altında hükümetten hatırı sayılır miktarda ödeme alıyordu. Kendisinin kalemini kimler için oynattığını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Bu konuyla ilgili iki adet linki de yazı sonuna ekledim. Merak edenler için.

Dünya arşa gitmeye çalışırken Necip Fazıl ters istikamete gitmeye çalışıyor.
Başarılı olmadığı söylenebilir mi ?

Necip Fazıl'ın dedektif x mahlasıyla yazdığı iddialar 




* * *

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/890266/Kiralik_kalem.html
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/891660/Necip_Fazil_in_Kaleminin_Kirasi_147_Bin_500_Lira.html

Devamını Oku »