27 Şubat 2017 Pazartesi

Constantinopolis (2)


" Nikopolis : Zafer Şehri " den devam

************************************************************************

Konumu ve Kuruluşu

Eğer Constantinus'un Byzantion tercihi ilk bakışta Licinius'un anısını ve mirasını yok etme kararlılığı tarafından yönlendirilmişse de, daha sonra nedenleri değişmiştir.  Constantinopolis'in anıtsal çekirdeğini geliştirme konusunda, iktidardaki yirminci yılını kutlamak için 326'da Roma'ya yaptığı seyahattan esinlenmiştir. Yılın başlangıcını kutlamak üzere ocak 325'te Nikomedia'da parlak oyunlar düzenlenmişti. Roma'da yıl sonu için hazırladığı kutlamalar ise bu kadar başarı kazanamamış, Constantinus'un öfkesi ve acımasızlığı yüzünden yara almıştı. Sonuç olarak imparator Roma'ya bir daha hiç dönmeyecek ve kendisini tamamen yeni şehrinin inşasına adayacaktı. Fakat seçtiği şehrin konumu birçok doğal dezavantaj barındırıyordu. Gelecek yüzyıllarda Akdeniz'deki ticaret şeklini değiştirecek şey, Constantinopolis'in şanslı konumundan ziyade kendi başarısıydı. Olağan yolların en kuzeyinde bulunan şehir, yaz seyir mevsiminde hakim rüzgar kuzeyden, dolayısıyla gelen filolara ters esmesine rağmen Çanakkale Boğazı'ndan geçen gemileri kendisine çekiyordu. Başlangıçta Constantinopolis'i ve art bölgesini ekonomik merkez konumuna getiren şey ise, güney kaynaklı inşaat malzemeleri ve levazıma ilaveten, vatandaşların ekmek istihkakını güvence altına alan imparatorluk emrindeki Mısır çıkışlı tahıl filolarıydı. Constantinopolis'in bu şekilde varlığını sürdürmesi şaşırtıcıydı, zira Constantinus'un varislerinin şehirde kalacağına inanmak için hiçbir neden yoktu. Konumu ideal olmaktan uzaktı.
Büyük bir şehir olmadan önce, bir ticaret kolonisi olarak Byzantion'un ihtiyacını karşılayacak çok az su kaynağı mevcuttu ve imparatorlar şehrin büyük hamamı ve sürekli akan çeşmeleri için su tedarikini garantilemek üzere kemer ve sarnıçlardan müteşekkil bir sistem meydan getirmişlerdi ( http://fitarihinden.blogspot.com.tr/2016/11/suyun-sehre-yolculugu-1.html ). Hadrianus bir su kemeri yaptırmıştı fakat Constantinus şehrin su talebini karşılamak için ek önlemler almadı. Cyril Mango'ya göre bu tedbirler belkide 1900'de endüstriyel Paris'in ihtiyacından beş kat fazla su sağlaması anlamına geliyordu. Roma'lıların su ihtiyacı sıra dışıydı; Constantinopolis'in en parlak döneminde günde yarım milyon metreküpe ulaşmış olabilir. Constantinus'un ilk işlerinden biri söylencelerin Septimus Severus'a atfettiği fakat muhtemelen bir rakip tetrarkın eseri olan Zeuksippos Hamamı'nı yeniden inşa etmekti. Hamam, şehrin adandığı 11 mayıs'ta açıldı. Bu tarih, artık şehrin doğum günü olacaktı.
Bu yüzden şehir sakinlerinin büyük bölümüne su sağlayan üç muazzam açık sarnıcın ancak daha sonra, Constantinus'un yaptırttığı surların dışında fakat Theodosius'un MS 413'te eklediklerinin içinde inşa edilmiş olması dikkat çekicidir.


1* Aya Mokios Sarnıcı      Altımermer (Çapa) Çukurbostanı
2* Aetios Sarnıcı              Karagümrük Çukurbostanı 
3* Aspar Sarnıcı               Çarşamba Çukurbostanı

 
Constantinus surları ve 3 açık hava sarnıcı

Sarnıçlar ve Trakya su hattı

Bardill/Bayless tarafından hazırlanan sarnıçlar ve suyolları haritasında
bölgenin suyolları

İmparatorluk sarayı bile bugün Yerebatan Sarayı olarak bilinen ünlü yeraltı sarnıcına 6. yüzyıla kadar sahip olamamıştır. Şehir surları üç tarafta denizle çevrili olduğundan tatlı su sadece Avrupa art bölgesinden, Valens'in (ö.378) saltanatında tamamlanmış su kemerleri tarafından 128 kilometre uzaktaki kaynaklardan getiriliyordu. İmparatorluğun sınırı Tuna'ya dayandığından su tedarikini sağlama almak kolaydı. Fakat Valens 378'de Constantinopolis'in Trakya art bölgesindeki Hadrianopolis Savaşı'nda Gotlar tarafından öldürüldü. O tarihe gelindiğinde Constantinopolis ve onun ikmal hatlarının ciddi anlamda savunmasız olduğu açıkça görülmüştü. Tuna ile Constantinopolis arasında haemus, yani Balkan Dağları gibi doğal bir engel bulunmasına karşın, şehirle dağlar arasında hiçbir şey yoktu. Daha geç bir tarihte şehrin su ikmalini korumak için gösterişli uzun surlar inşa edildi. Ancak Trakya'nın tarımsal art bölgesi etkili biçimde korunamıyordu ve bu durum bölgeyi tahribata, şehri de kuşatmaya açık hale getiriyordu.
Constantinus yeni şehrin ikmal hatlarını korumak için hiçbir önlem almadı, zira şehrin bu kadar hızlı büyüyeceğini hiç düşünmemişti. Nikomedia, Trier, Sardica, deneyimleri de böyle bir büyümeyi beklemesi için bir neden vermemişti. Bununla birlikte imparatoru yüceltecek, hipodromuyla forumuna doluşacak, geçiş yaparken sütunlu galerilerinde dizilecek, dükkanları dolduracak, tahıl ve et yardımlarından yararlanacak kadar nüfusu şehre getirmişti. 332'den itibaren on binlerce vatandaşı doyurmak üzere mısır'dan yeterli miktarda tahılın gelişi için tedbirler alındı. işi kabul eden gemi sahipleri vergi muafiyeti kazandılar fakat liman tesislerini geliştirmek için bir çaba gösterilmediği gibi uygun silolar ve ambarlarda inşa edilmedi. Deniz surları ancak II. Constantinus'un saltanatında ilave edilmiş, babasına atfedilen kara surları, yine onun döneminde bitirilmişti.
Ölümünden bir yüzyıl sonra Constantinopolis'in 350.000 nüfusa erişebileceği (eğer Cyril Mango'yu izlersek) ihtimalini düşünemediği için Constantinus'u suçlamak yanlış olacaktır. Aynı şekilde, yine vefatından yarım yüzyıl sonra tehlikelere çok açık olmasına rağmen, on yıllar içinde barbarların imparatorluk sınırlarını geçme olasılığını değerlendirmediği için de onu itham edemeyiz. Constantinopolis'in Salonica ya da Nikomedia'dan hatta bizzat Constantinus'un ele geçirdiği Milano ve Roma'dan daha savunulabilir olduğu ileride kanıtlanacaktı. Fakat büyük bir şehre nasıl su sağlanacağı ve nüfusun nasıl doyurulacağı ya da dışarıdan gelecek bir saldırıya nasıl karşı koyacağı 324 yılı itibariyle ciddi sorunlar değildi. O tarihte Constantinus öncelikle geniş bir tören alanı, üzerinde ihtişamını sergileyebileceği şehir boyutunda bir sahne hazırlamakla meşguldü. Yarım yüzyıldır ilk kez bir roma İmparatoru tek başına hükümdar olduğu için artık ilgiyi rakibiyle paylaşmayan Constantinus, üstelik bu yeni saltanatını muzaffer olmuşken kuracaktı. Constantinus Roma'da, Maxentius tarafından yeniden inşa edilen şehre kendi damgasını vurmanın yollarını aramıştı. Oysa şimdi oldukça farklı bir konumdaydı. Yeni şehir, Roma dünyasının her yanından gelen en iyi şeylere sahip olduğu için Roma'dan daha parlak olacaktı; eski yeniyle kaynaşacaktı.

Constantinus'un yeni şehri için yapabilecekleri, halen orada bulunanlar ve şehrin 11 Mayıs 330'daki adanma töreni için her şeyi zamanında yetiştirme isteğiyle sınırlıydı. Garth Fowden, Constantinus'un yeni forumunda, yani şehrin eski surlarının hemen dışında yer alan imparator heykeline kaide oluşturacak sütun için uygun mermeri bulma sorununu inandırıcı bir şekilde özetlemiştir. Fowden, imparatorluk genelinde ya da en azından Constantinopolis'e zamanında getirilebilecek bir tane bile elverişli yekpare mermer bulunamadığını belirtir. Dolayısıyla sütun porfirden yapılmış ve Theodosius'un granit dikilitaşına kıyasla mor sütun tamburları son derece yıpranmıştır.Bu durum İstanbul'un havası ve yağmuru 20. yüzyıldaki endüstrileşmeyle daha da kirlenmeden önce de belliydi.

Constantinus Kolonu (Çemberlitaş)


6.yüzyıl gibi erken bir tarihte bile sütunun tamburları demir kuşaklarla desteklenmişti. Şehrin ana caddesi Mese ("merkez cadde") uzun zamandan beri Via Egnetia'yla birleşmek üzere Byzantion'un ortasından geçmekteydi.

Mese Yolu


Kuzeyde Haliç, güneyde ise Marmara Denizi boyunca giden kıyı yolları Constantinus'un mimarları gelmeden öncede mevcuttu. Bu durum, daha sonra ızgara planında yapılan sokakların, bu caddelerin arasına yerleştirilmesinden bellidir. Bu sokaklar şehrin altı tepesinin üzerinde ya da gerektiğinde merdivenlerle desteklenerek yamaçlar boyunca uzanır. Efsanavi Byzas'ın şehri, bugün Osmanlıların Topkapı Sarayı'nın bulunduğu, Mese ve Haliç arasındaki yükseltide yoğunlaşmıştı. Hipodromla birlikte Constantinus'un yeni şehrinin kalbiyse yeni saltanatını sergileyeceği törensel bir sahne olarak inşa edeceği bir dizi başka yapı ve meydan, büyük ölçüde boş olan yakındaki bri araziye yerleştirildi.
Bu törensel alanın merkezinde imparatorluk sarayı yer alıyordu.

Constantinus'un attığı temellerden, hipodromdan Marmara Denizi kıyılarına kadar uzanacak muazzam bir kompleks gelişecek, orjinal saray ise merkezdeki yerini koruyacaktı. Daphne Sarayından (10. yüzyılda bilinen adı) günümüze hiçbir şey kalmamıştır ama Constantinus adını almış yedinci imparator için derlenmiş bir 10.yüzyıl metni olan De Ceremoniis'teki (törenler kitabı) bir tariften rekonstrüksiyonu yapılabilmektedir. daphne oldukça alçakgönüllü bir saraydı. İmparatorun özel ikemetgahının bulunduğu sütunlu galerilere sahip bir villa tarafından sınırlandırılmış güney avlusu, doğuda bir kabul salonuna bitişik kuzey avlu ve batıda bir ziyafet salonundan meydana geliyordu. Bu iki salon, muhtemelen bir taht ya da soyunma odası-saray törenleri sıklıkla kostüm değiştirmeyi gerektiriyordu- olan sekizgen bir salonda buluşan geçitlerle birbirine bağlanıyordu. Bu üç salonu, daha ilerideki açık alandan ayıran yarım daire şeklindeki sütunlu galeri, avluya at nalı şeklini veriyor ve Onopodion olarak biliniyordu. Onopodion kuzeyde düz bir duvarla sınırlandırılmıştı ve bunun ortasında, saraydan kuzeydeki açık alan Tribounalion'a geçiş sağlayan bir kapı vardı. Dıi duvarın ortasında Üçlü Kapı olarak bilinen giriş vardı ve bunun üzerinde imparatorun Tribounalion'da toplananlara hitap edebileceği bir galeri, Heliakon bulunuyordu. Büyük kalabalıklara hitap edileceği zaman imparator, güney avludan çıkıp Kathisma'ya ulaşan bir geçitten (kokhlis) geçiyordu. Kathhisma, hem sarayda bir oda hem de güneydoğu kesiminin ortasından hipodroma bakan bakan bir locaydı. İmparatorluk saray kompleksi hipodromla bitişik olduğu için imparator, halkına doğrudan ve rahat bir şekilde erişebiliyordu. Yarışları başlama kapılarının (carceres) yakınında olduğu için imparator oyunlara nezaret ettiğinde en iyi manzarayı sunmaktaydı. Sarayla hipodromun yakınlıkları ve konumları, Tetrarşi'nin diğer imparatorluk merkezlerinden birebir kopyanalnmıştı. Aslında hipodromun boyutları neredeyse tamamen 450 metre uzunluğundaki Salonica'daki muadiliyle aynıydı.
Tribounalion'un kuzeyinde büyük ve görkemli Zeuksippos Hamamı yer almaktaydı. Hamamın kuzey girişi, kamusal alandan imparatorluk sarayına geçişi belirleyen nokta olan sütunlu meydan Augusteion'un güneyindeydi. Hamamın güneydoğu ucundan geçen imparatorluk yolu (Regia), daha sonra büyütülen saray kompleksinin girişi olacak Khalke (tunç) kapısı'nda bitiyordu. Augusteion'un kuzeybatı ucundan Bazilika'ya girilmekteydi. Burada bulunan okula Romalıların son pagan imparatoru olacak Constantinus'un kuzeni Iulianus gibileri devam etmişti. Meydanın ortasında Milion olarak bilinen bir çifte kemer (tetrapylon) mevcuttu. Bu, şehrin içinden geçen büyük sütunlu cadde Mese'nin doğu ucunu belirlemekteydi ve daha sonraları diğer bütün mesafelerin ölçüleceği noktaydı.
Mese'de ilerlendiğinde ortasında porfiri sütun üzerinde imparatorun heykelinin yükseldiği Constantinus Forumu'na ulaşılıyordu. Burası yeni şehrin tam ortası sayılmaktaydı ve dolayısıyla merkez anlamına gelen Yunanca omphalos ismiyle anılıyordu. Forumun kuzey tarafında senato binası vardı ve bundan sonra Mese, doğrudan Constantinus'un ailesinden bireyleri onurlandıran heykellerle süslenmiş meydan Philadelphion'a ulaşıyordu. Büyük ölçüde söylencelere dayanan çok geç bir kaynak, bunların arasında,Constantinus ve oğulları olarak tanımlanan birbirlerine sarılmış dört erkekten müteşekkil porfir heykel grubu olduğunu yazar. 1950'lerde şimdi Venedik'te olan porfir tetrarklar heykelinin bu eser olup olmadığı sorulmuştur. Soru, dramatik bir şekilde cevaplanmıştır: Bugün Bodrum Camii olarak bilinen Myrelaion Kilisesi'nin önünde yapılan kazılarda, heykel 1204'te Haçlılar tarafından yağmalanırken kırılan dördüncü tetrakın ayağı bulunmuştur.

San Marco Katedralindeki Tetrark Heykeli. Konstantinopolis’ten alınan,
4. yüzyıla tarihlenen; Diokletianus ve Maksimianus komutanları Galerius
ve I. Konstantin’i kucaklarken

Tetrak heykelin Konstantinopolis'ten taşınırken kırılan parçası.
Şu an İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir.

Philadelphion'da Mese ikiye ayrılıyordu. Bir kolu halihazırda Via Egnetia'ya giden yoldu; ikincisi ise kuzeybatıya doğu Galerius'un Salonica'daki rotunda'sına benzeyen ve daha sonra On iki Havari Kilisesi'nin (Havariyun) bir parçasını oluşturacak Constantinus'un mezar anıtına uzanmaktaydı. Yolun ikiye ayrıldığı yerde, 4.yüzyılın sonunda bir Hıristiyan tapım yeri haline gelmiş Capitolinus bulunuyordu. Ne var ki adına bakılırsa burasının Jupiter'e, daha doğrusu İkinci Roma'da Romalılığın (romanitas) koruyucuları Jupiter, Iuno ve Minerva üçlüsü için bir tapınan olarak tasarlandığı sonucuna varmamız kaçınılmazdır.
Mese üzerinden Augusteion'a dönüldüğünde, yapının güney tarafında, Roma dünyasının her yerinden toplanmış en az seksen eski heykelle süslenen Zeuksippos Hamamı görülmekteydi. Bu heykeller hakkında sıra dışı miktarda bilgiye sahibiz, çünkü Mısırlı Khristodoros hepsini daha geç tarihli bir antolojiye alınmış bir şiirinde anlatmaktadır. Çoğu heykel tunçtu ve yine çoğu ünlü kişilere aitti: Siyasetçiler, hükümdarlar, hatipler, filozoflar, şairler, tarihçiler, hatta pugulist'ler(boksörler).  Heykellerin dokuzu tanrıydı. Belli ki hıristiyan Constantinus heykelleri belki bizzat seçmemişti ama bunların hamamına koyulmasından dolyaı endişe duymamıştı. Aynı şekilde hipodromda eski tapınakların yerini belirten tanrısal ikizler Castor ve Pollux'un heykelleriyle birlikte Delphoi kehanet merkezinden getirilmiş üçayakların bulunmasından kimse şikayetçi olmamıştı. Aslında Constantinus'un, en azından bir süreliğine, Helikon Dağı'ndan getirilmiş Mousa'ların heykellerine bakıp düşüncelere dalmış olması da muhtemeldir. Bunlar daha sonra, dışında Zeus ve Athena heykellerinin durduğu senato binasına taşınmıştır.
Caddenin kaşı tarafında sağda, yeni tamamlanmış hipodrom vardı. Constantinu'un yenilemeleri kapsamlı olmuş, güney ucundaki büyük kavisi (Sphendone) desteklemek için güçlü temeller eklenmişti. Şehrin resmen adanması, artık bundan sonra kuruluşunun anıldığı her yıl 11 Mayıs'ta yapılacak olan hipodrom oyunlarını da içeriyordu. 5. yüzyılın başında yazan Sozomenos'a göre, Constantinus "kendisinin altın kaplamalı ahşap bir heykelini yaptırdı. Heykelin sağ elinde şehrin altın kaplama Fortuna'sı vardı. Şehrin açılışının yıldönünümüde yapılacak yarışlara heykelin getirilmesini; pelerinlerini kuşanmış, sandaletlerini giymiş haledki askerlerin, ellerinde beyaz mumlarla heykele eşlik etmesini; heykelin bulunduğu arabanın uzaktaki dönüş direğinden ilerleyerek imparatorluk locasının karşısına gelmesini ve o gün imparator kim ise kalkarak Constantinus'un ve şehrin Fortunas'sının önünde saygıyla eğilmesini emretti. " Bundan sonra tüm imparatorlar, onlara böylesine görkemli bir dekor hazırlamış olan kurucu Constantinus'un önünde eüğilecekti. Constantinus bu törenden önce özel koridoru aracılığıyla sarayından gipodroma geçerek Kathisma'da göründüğü zaman, toplanmış kalabalıklar tarafından çılgınca tezahüratta bulunulacaktı. Bu tutkuyu paylaşmayan pagan yazar Eunapius şöyle yakınıyordu:

    (Hiçbir şey) Constantinus'un diğer şehirleri boşaltıp kendi huzurunda bulunmaları için Byzantion'a getirttiği kendinden geçmiş güruhu temsil etmiyordu, zira kendisi tiyatrolarda tuvaletini tutamayacak akadar sarhoş adamlar tarafından alkışlanmaktan hoşlanıyordu. Dengesiz kalabalıklarca övülmeyi ve adının ağızlardasn eksilmemesini istiyordu ama o kadar aptallardı ki ismini zorlukla telafuz edebiliyorlardı.

Hipodrom araba sürücülerinin gelip geçtiği zaferlerine yapılan göndermelerden daha fazlasını barındıran zafer hatıralarıyla bezenmişti. Octavianus'un Aktion'da Marcus Antonius'a karşı kazandığı zaferi simgeleyen bir eşek ve bakıcısı heykeli Epeiros'taki Nikopolis'ten ("Zafer Şehri") Constantinus'un yeni Zafer Şehri'nin kalbine getirilmişti. Suetonius söz konusu heykel grubunun önemini açıklamıştı: Bunlar savaş arifesinde Octavianus'un ordugahına giren Eutykhes (refah) ve eşeği Nikon'du(Zafer). Bu eserin yanında, spina'nın, yani hipodromun orta kaldırımının orta noktasında bugün kısmen ayakta kalabilmiş yılanlı sütun bulunmaktaydı. Bunun üç kafasından biri yakındaki arkeoloji müzersinde korunmaktadır; diğerleri kayıptır. Anır bir zamanlar Yunanlıların MÖ 479'da, Platiai'da Persler karşısında elde ettiği zaferin sembolü olarak Delphoi'da duruyordu. Bunun yanında belki de daha fazla açıklama gerektirecek bir Hercules heykeli ile kartalın def ettiği bir yılandan oluşan heykel grubu vardı. Bu sonuncusu, sancaklı (labarum) sikke üzerindeki yılanı ezen Constantinus betimlerini hatırlatır. Burada yılan Licinius'u temsil ediyordu.

***********

Sonraki yazı : Bir Hıristiyan Şehri?

************

1*Aya Mokios Sarnıcı/Altımermer (Çapa) Çukurbostanı
Günümüzde Fatih İlçesi, Seyit Ömer Mahallesi sınırları içerisinde bulunan, Cevdet Paşa Caddesi, Köprülüzade Sokak, Ziya Gökalp Sokak, Sırrı Paşa Sokak tarafından çevrili bir alanda bulunan sarnıcın rağmen İmparator Anastasius I (491 – 518) tarafından yaptırılmış olduğu bazı kaynaklarda geçmektedir.
Likos (Bayrampaşa deresi), Kara ve Marmara sahil surlarından meydana gelen üçgene hâkim bir tepe üzerinde kurulan sarnıç, ismini güneydoğusunda inşa edilmiş olduğu Ortodoks Hagios Mokios kilisesinden almış olup, 170×147 metre ebadında dikdörtgen bir şekildedir. Zemin toprak ile dolmasına rağmen derinliği kesin olarak tespit edilemiyor. Fakat buna rağmen 12 ile 15 metre arasında değişmekte olduğu anlaşılmaktadır. Sarnıcı kuşatan tuğla hatıllı taş duvarların 6 metreyi bulmakta ve ayrıca iri taş bloklardan inşa edilen bu duvarların ortalarından iki kalın silme geçmektedir.



2* Aetios Sarnıcı/Çukurbostan: 
Tarihi yarımadayı boydan boya kat eden Mese’nin ve günümüzde Fevzipaşa adı verilen caddenin kuzeydoğu bitişiğinde yer almaktadır. Devasa bir açık hava sarnıcı olup, 419-25 yıllarında Vali olarak görev yapan Aetios tarafından yaptırılmış ve bu adla anılmıştır. Ancak, Valentinianus döneminde (364-378) yaptırıldığı da iddia edilmiştir. Kent içindeki üç büyük açık su haznesinden biri olan Aetios Sarnıcı, bunların en küçüğüdür . Yaklaşık olarak 245x85 m ebatlarında ve 10-15 m derinliktedir . Blakherna Bölgesi ve çevresine su sağlayan sarnıç, Trakya’dan getirilen suların toplandığı bir merkez olmuştur. Taş ve tuğla hatıllı duvarlar 5,20 m kalınlığındadır. XVI. yüzyıldan itibaren bostan olarak kullanıldığı bilinmektedir. Sarnıç, 1962 yılında futbol (Vefa Stadı) stadyumuna çevrilmiştir . XX. yüzyılın ortalarına kadar bostan olarak kullanılan sarnıcın 1940’larda, güneydoğu cephesi yıktırılarak, bir Spor Kulübü için kulüp binası inşa edilmiştir . Valens Sukemerinin uzam doğrultusuna bakıldığında Aetios Sarnıcına paralel olmadığı görülmektedir.

3* Aspar Sarnıcı Çarşamba Çukurbostanı:
İstanbul’un en iyi korunan sarnıçlarından birisidir. Fatih ilçesi, Balat mahallesi, Çarşamba semti sınırları içerisinde yer alan, günümüzde İlçe Belediyesi tarafından Çukurbostan Parkı olarak adlandırılmış, kuzeyinde Sultan Selim Caddesi, güneyinde Yavuz Selim Caddesi ile tanımlanan bölgede bulunan sarnıçtır.
Bu sarnıca Bizans kaynakları, kare bahçe anlamına gelen «xerokipion» ismini vermişlerdir. Sarnıç, Leon I (457 – 474) zamanında Bizans İmparatorluğunun hizmetine giren General Aspar tarafından inşa edilmiş ve bundan dolayı da onun ismine izafe edilmiştir. Aspar, 471’de Leon I ‘in emriyle idam edildiğinden, sarnıcın inşa tarihini bundan daha evvelki bir tarihe, muhtemelen 459 veya 460 yıllarına indirmek çok yerindedir.
Aspar sarnıcı, bir kenarı 152 metre uzunluğunda olmak üzere dikdörtgen bir plan şekli arz etmektedir. Derinlik aslında 10.80 metre olmasına rağmen, zeminin zamanla toprakla dolmasından, hâlihazır durumu 8.20 metredir. Duvar kalınlığı 5.20 metredir ki burada da 5 tuğla ve 5 küçük taş dizisinden meydana gelen bir inşa tekniği tatbik edilmiştir.

4*Porfir:
Porfirler tabiatta bol olarak bulunur; damarlar ve çok önemli yatay yığınlar meydana getirir. Bu püskürük kayalar çok sert ve katıdır ve çok iyi parlar. "Porfir" adı, eskiden, özellikle Yukarı Mısır'da çıkarılan ve üzerinde beyaz lekeler bulunan koyu kırmızı renkte bir taşa veriliyordu. Bilinen en büyük porfir kütlesi Roma'daki Sixtus Quintus dikilitaşıdır. Porfirlerin büyük billurları genellikle beyaz veya soluk renktedir; diğer kısımları ise genellikle koyu kırmızı, koyu yeşil, koyu mavi veya siyah renktedir. Porfirlerden, sütun, banyo küvetleri, masa, mezar yapımında yararlanılır; italyan anıtlarında çok yaygın olan koyu yeşil renkteki porfir, mozaik, döşeme taşı ve kaplama olarak kullanılır; mavi porfir Romalılar zamanında çok gözdeydi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder